Bazen gözleri kör gibi etrafa bakıyor insan. O kadar uzak yerlere bakmaktan hemen yanı başında olanları göremiyor. Fark edemiyor ya da belki görmek istemiyor. Oysa hemen yanımızda, hemen yakınımızda onca şey oluyor ki işitince, görünce ve bilince insanın gönlüne hiçbir terazinin ölçemeyeceği kadar ağır bir yük biniyor. Ne demek istediğimi bana ayrılan yer müsaade ettiğince, dilim döndüğünce ve fikrim el verdiğince bir anının, bir hatıranın üzerinden anlatayım istersen. Ki hem maksat hâsıl olsun hem de söyleyeceklerim yerli yerine bulsun.
Bir kahvehanede akşam vakti iki eski arkadaş oturmuş ince belliden çaylarını yudumlarken bir yandan da muhabbet ediyorlar. Havadan, sudan, oradan, buradan işte… Bir vakit sonra elinde iki bardakla beraber çaycının çırağı masanın üzerine taze çayları koyup da boş bardakları alıp gidiyor. Bakışlarını birden çırağın ardına çeviriyor oturanlardan biri.
-“Kimsesi yok” diye ekliyor bakarken.
-“Anlamadım Hasan abi” diyor öteki.
-“Şu çocuğu diyorum. Adı Hüseyin, Suriyeli… Hiç kimsesi yok. Suriye’de annesi de babası da ölmüş. Bir komşusu bombalanmış evlerinin enkazının yanında tek başına ve ağlar halde bulunca onu da alıp getirmiş İstanbul’a. Bizim çaycı Mustafa abi de iyi adamdır. Almış yanına hem üç beş para kazanıyor hem de onun evinde kalıyor.
-“Üzüldüm”
-“Üzüleceksin tabii. Üzülmelisin zaten. Ama yetmiyor be kardeşim. Üzülmek hiçbir şeye yetmiyor. Onlar bizden çok daha fazlasını bekliyorlar aslında. Çünkü bizi hâlâ Osmanlı zannediyorlar. Oysa biz bile reddediyoruz Osmanlı’yı. Maddi olarak değilse de manevi olarak onlardan çok da iyi bir halde değiliz biz. Onların evlerine bombalar düşmüş bizim maneviyatımıza. Gelip görünce eminim ki hayal kırıklığı yaşıyorlar” diyor gözleri bulutlanmış halde. Sonra birden bir şey hatırlar gibi; “Ablası varmış bu Hüseyin’in. O da o bombanın altında can vermiş. İsmi neymiş ablasının biliyor musun?” diye soruyor.
Bu sorunun cevap verilecek bir soru olmadığını biliyor beriki. Soranın cevabını da vereceğini biliyor. Ama yine de “Neymiş?” der gibi başımı iki yana sallıyor.
-“Türkiye” diyor.
-“Ablasının ismi mi Türkiye?”
-“Evet. Çok enteresan değil mi? Adam çocuğunun ismini Türkiye koymuş ve Türk bile değil.”
-“Gerçek mi bu?”
-“Küçücük çocuk yalan söylemez herhalde! İnsanlar için biz hâlâ Osmanlı’yız. Ve bu insanlar çocuklarının ismini Türkiye koyuyorlarsa biz halimizden utanmalıyız be kardeşim. Bu küçük çocuk bana yüzlerce kitabın öğretemediği bir şeyi öğretti. Kendimi…”
İleride bir masaya çay bırakan küçük çocuğa ikisi birden bakıyordu bu kez.
-“Nerede kalmıştık?” diye sordu birden birisi. İkisinin de gözlerinde bir hüzün…
Onlar nerede kalmışlardı bilmiyorum ama ben o enkazın altında kalmıştım. Hani o Hüseyin’in evine düşen, annesini, babasını, ablasını ve hatta hayalini, umudunu, nesi varsa hepsini alan o bombanın yıktığı evinin enkazı altında.
Dünyanın bir yerinde, mesela Somali’de kızlarına İstanbul diye isim koyanlar, Suriye’de enkazın altında can veren yavrularının kulaklarına Türkiye ismi ile ezan okuyanlar var. Yani ismimiz, bizden daha büyük. Ama hâlâ farkında değiliz. Ve hal böyleyken sen hâlâ “Bize ne kardeşim onlardan” mı diyeceksin?
Sen bilirsin…