Kendime ve topluma nasıl katkı sağlayabilirim? (I)
İşte bu özgüveni tavan yapmış ve öğrenmeye kapalı profilin ortak karakteristiği rasgele eleştirmektir. O, kötüyü eleştirmeyi kendinde hak olarak görürken; iyinin içinden bile özenle eleştirilebilecek konuları bulup çıkarır ve yapıcı eleştiri yerine yıkıcı eleştiriyi seçer. Çünkü bu insan profili kendisini en yükseklerde diğerlerini ise “zavallılar” olarak görür. Bu sebeple, bu modelin zihin ve ruhsal gelişimi başkalarının fikirlerinden ve bakış açılarından yararlanmaya kapalıdır. Bir anlamda bencillik yönüyle “kesin inançlı”dır.
Hâlbuki tam aksine, insanı ve toplumu geliştirecek yollardan önemli biri de olumlu/yapıcı eleştiridir. İnsanın haksızlık yapmadan kendisini eleştirmesi, “kendisinin savcısı başkasının avukatı” olması onu geliştirir. İşte bahsettiğimiz “sıfır noktası”ndan yukarıya doğru gelişmek için tevazu içinde olmak ve öğrenmeye açık olmak gerekir. Toplumun ortak meseleleri hakkında fikir yürütürken de eskilerin “müspet tenkit” olarak adlandırdığı olumlu/yapıcı eleştiri yolu tercih edilmelidir. Dünyanın en kolay işi olan eleştiriyi kolayca yapıveren ama fedakârlık yapmaktan da gittikçe uzaklaşan bir topluma dönüşüyoruz. Maddi dünyamız ve kullandığımız teknoloji büyüdükçe, iç dünyamız küçülüp zayıflıyor. Bunun makul dengesini kurmanın yollarına kafa yorulmalı.
Tevazu içinde “beşikten mezara kadar” öğrenme sürecine girmek hayat yolunun öğrenicisi olmak için önemlidir demiştik. Pekiyi, bu tek başına yeterli midir? Bir filozof kadar bilseniz, eskilerin ifadesiyle “allame-i cihan” olsanız kendinizde kalan ve hapsettiğiniz bilginin değeri bir kişilik kalır. İkinci bir kişiye ya da toplum faydasına kullanılmayan bilgi fantezi olarak kalır. Büyük bir filozof, düşünür, yazar, şair olabilirsiniz. Arkanızda sizi izleyecek, çalışmalarınızdan yararlanacak insanlar yetişmemişse yapılan işler toplumda yansımasını bulamaz.
İnsanı ve toplumu geliştirecek fikirler, görüşlerin ortaya çıkması ve onların uygulamaları kişi ve toplum için atılabilecek en doğru adımlardır. İster şahsi, ister yönetim seviyesinde olsun hataların düzeltilmesi de kırıcı olmayan bir atmosferde yapıcı bir dille, vahyin ifadesiyle “kavl-i leyyin” (tatlı ve mütevazı dil) ile olmalıdır. Çünkü dilin keskinliği, şiddetin şiddet doğurması gibi keskinlik doğurur.
Hz. Peygamber’in diliyle, “elinle düzeltemiyorsan dilinle karşı çık, onu da yapamıyorsan kalbinle öfkelen” diyen inanç temelimiz, bu ilkeyle evrensel bir kuralı koyuyor. Haksızlığın kime karşı, ne zaman ve hangi şartlar altında yapıldığına dair bir sınır koymuyor. Her halükarda, her zaman, herkese karşı ve her şart altında elinle, olmuyorsa dilinle, ona da imkân yoksa hiç olmazsa kalbinle haksızlığa ve hataya karşı çık, onu onaylama, yanında durma diyen evrensel bir mesaj bu.
İnsanın kendisi ve toplum adına sorumlu davranması öncelikle kendisine olmak üzere yakınlarından başlayarak “iyiliği buyurup, kötülükten alıkoyma”yı içerir. Bu kuralı, kişileri ve toplumu ayakta tutacak önemli bir hayat ilkesi olarak hatırlayıp hatırlatmak gerekir. Bu ilkeyi, ezberden bir çırpıda söyleyenlerin bile bugün bu gerçekten gittikçe uzaklaşması tehlike sinyallerini çaldırıyor. Medeniyet kodlarımızın ana sütunlarından olan “iyiliği emredip kötülükten sakındıran” bu temel ilke nasıl da bir kenarda itilip kaldı farkında mıyız?
Bir toplum sadece bu ilkelerden uzaklaşmakla bile her türlü kötülük ve kaosa kapısını açmış olur. Hele bir de buna, her zaman ana sütün olarak adlandırdığım ve hiç bir dönemde vazgeçilemeyecek temel bir ilke olarak “adalet”, nazariye ve tatbikte, söylemde ve eylemde hayat bulması gereken bir idealdir. Adalet, kişi ve toplum olarak peşine düşülüp ayağa kaldırılması gereken ve hiç bir zaman vazgeçilemeyecek toplumun şikâyet edilen birçok yarasını saracak bir ilkedir. Medeniyet kodlarımız, adaleti dostlar ve tanıdıklar arasında değil, dosta da düşmana da uygulanmasını buyuruyor. (Sure 5:8)
Yapıcı eleştiri ve çözüm önerileri sunabilmek bilgiyi gerektirir. Bilgi ise dinlemeyi, izlemeyi, konuşmayı, müzakereyi ve okumayı gerektirir. Her şeyden önce ona susamışlığı gerektirir. Okumadan fikir sahibi değil, ancak zan sahibi olunabilir. O zaman, okuma ameliyesini, bir araç ve amaç olarak önemseyip devam ettirmek başlangıç noktalarından birisidir.
Ne zaman mı başlayalım? Bugün ve hemen şimdi… “Daha sonra okurum” deyip ertelediğiniz en yakınımızdaki ve en temel olarak hangisini görüyorsanız ondan başlayarak okuyalım, anlayalım, üzerinde düşünelim.
Pekiyi, nasıl bir usul (yöntem, metot) izlemeli? Öğrenilenleri, okunanları birlikte konuşmak, tartışmak ve çözüme katkı sağlayacak, çareler üretecek yapıcı bir dil kurmak gerekiyor. Okuduklarımızı önce düşünelim, sonra anlayalım, sonra da idrak edelim. Yani, kafamıza “dank etsin”… Taklidi ile yetinmeyip “tahkiki” olanın da peşinde olalım. Ezberle değil, araştırarak ve idrak ederek hakikat arayıcısı olalım. Ve hakikati her şeyden önce endi kaynaklarını tam anlamıyla öğrenerek oradan diğerlerine açılarak bulmaya çalışalım.
(Devam edeceğiz…)