Mutlulukla ilgiliydi hepsi. Bir parça gülebilmek isteğiydi oysa. Gülmenin sağaltıcı bir yanı olduğunu herkes kadar biliyorduk; ama bir gülersek acısını fena çıkarırlar diye korka korka gülüyorduk.
Umut etmekle ilgiliydi hepsi. Umut etmezsek yaşayamayacağımızı biliyorduk, birçokları gibi. Gel gör ki umut günah kadar kirliydi. Umut, sevap kadar uzaktı. Umut, yaralanmaya açık olmaktı.
Her duyduğu sözde her almadığı selamda ağlamaklı olan bir yüz gibiydik. Ağlamaklı olmanın güzellikle bir ilgisi olduğunu biz de biliyorduk. Gözyaşı insanın yüzündeki kirden çok kalbine çöreklenen karalığı temizlerdi. Ağlamak bile yutkunmak gibi kalıyordu boğazımızda.
Bir ağlama gelip oturmuştu gözlerimize. Bir ağlasak dünya rahatlayacaktı. İçimiz hınç, içimiz öfke, içimiz kan olmaktan kurtulacaktı. Bir ağlama gelip oturmuştu gözlerimize ve içimize ağlıyorduk. Zira yıllarca dışımıza ağlamıştık ve suyumuz boşa gitmişti.
Bir selamın eksikliği insanı ne kadar eksiltirdi, bunu en çok selamsız kalanlar bilirdi. Selamın eksilttiği insanlar, selamsızlığın eskittiği insanlar; dilleri paslı, dillerini zımparalasalar bile çare yoktu. Bir selama gebeydi yürekleri. Yüreklerine düşen o tohum kurtaracaktı insanlıklarını. Oysa selam rüşvet gibi bir şey değildi ki vermiyordu kimseler. Rüşvet cinsinden olan selamlar da zaten kalbe şifa değildi.
Ruhu uzun süre bedenini terk etmiş de geri dönmek için tenini zorlar gibiydi. Oysa bir yalnızlığı ne kadar çoğaltabilirsiniz? Canın tenden ayrı kalması değil mi asıl yalnızlık? Ruhunu uzaklara salmış nice ten dolanıp duruyor âlemde. Bir bıyıkları yeni terlemiş muganni Türkmen çocuğun diliyle “ayrılık” diye bir türkü çığırmaya başlıyor sanki. Tam da burada durup: Karacoğlan’ı yaratan Rabbe şükürler olsun ki tüm ayrılıkları dile döken, tüm mutsuzluklara, hayattan alacaklı olmalara rağmen Karacoğlan geldi yalan dünyaya. Ve Allah ona öyle bir dil, öyle bir avaz verdi ki; sanırsınız her birimiz için ayrı yandı.
İçini kimselere açmayan, açmaktan korkan, açtıklarından sonra hep yağmalanmış bir yürek neden susar, kim bilebilirdi ki? Belki de bu dünyanın mayası bozuktu da biz geç fark ettik. Derler ki ruh yaşsız, ten ise yaş almaya müsait, mühletliymiş. Ruhun mühleti yok iken varıp ten evine misafir olur, vakti geldiğinde ise gitmek istermiş. Ruh, yaranın farkında. Dünyaya gelmek yaralanmanın ta kendisi. Dünya yaralayıcı. Bu kadim bilgiyle geliyor ve avutucular arıyoruz. Ten, avutulmaya müsait. Ruh, avunmaz. Zira ruhun yurdu dünya ile kıyaslanmayacak muhteşemlikte olsa gerek ki pek tevessül etmiyor âleme. Bu sebeple olsa gerek asil ruhlar, kanaya kanaya ölüyor.
Derin bir kederle camın kenarına oturup uzaklara bakan o kızların süzülen yüzlerini bilirsiniz. Su gibi akan o yüzler neyi bekler? Bir er kişiden ötesini. Bir evlattan fazlasını. Bir şeyi beklerler gibi gelir bana: Beklemenin o asil, vakur halini. Sanki Yusuf’u, sanki Taif’ten dönecek olan Efendimizi. Sanki, Havva anamızın gelmeyecek iki oğlunu beklemesi gibi beklerler. Bekledikleri kıyamet kadar derin ve yaralayıcıdır. Ama beklerler. Bekleyenler büyüktür. İsterseniz Soren Kierkegaard’ın Hz. İbrahim ve İsmail’i anlattığı Korku ve Titreme kitabındaki “bekleyen” kısmına bakın. Kim neyle mücadele ediyorsa o kadar büyüktü! Mutlulukla mücadelen eden mutluluğu, acıyla mücadele eden acıyı, dünyayla mücadele eden dünyayı, ahretle mücadele eden ahreti, aşkla mücadele eden aşkı, parayla mücadele eden parayı, kendiyle mücadele eden kendini… Kazanacak.
Her gün kenarından geçtiğin deniz mi yoksa çocukluğundaki pınar başı mı, dediklerinde gözleri parlayan adam gibiyim şimdi. Çünkü neyle mücadele ettiğimi hatırladım. Siz neyle mücadele ettiğinizi hatırlıyor musunuz?
O adamda da, o şairde de, bizde de bir gençlik ölümü saklı kaldı; belki de bu sebeple dünyaya baktıkça gökler ıslanıyor.
Başka bir dilde, başka bir ülkede yapayalnız kalmış gibi yürüyoruz caddelerde; kelimeler tanıdık ama anlamı yok, karşılığı yok ruhumuzda. Çünkü ruh, bu dünyanın dilini bilmiyor. Tırmanıştan vazgeçen her ruh, beklemekten vazgeçen her ruh, dünyaya bulaşan her ruh, eninde sonunda dünyayı ve oyunları gerçek zannediyor.
Evet, ben bir rüyayla mücadele ediyorum; her gün kendi çölüme su taşıyorum. Belki bir gün bu çölde vaha peydah olur.