Edebiyat belli merhalelerden geçerken özellikle 2. Dünya Savaşı’nın barbarlığına karşı bir çıkış yolu bulamayan yazarlar vesilesiyle (Zweig misal intihar etmişti bu yüzden) sonradan nihilizm adını anacak absürd bir varoluşçulukla tanıştı. Sartre, Camus, Kafka gibi yazarlar ilk akla gelenler.
Gördükleri yıkım karşısında Hakk’tan uzak olmalarının da getirisiyle bir mana bulamadılar ve bütün bir hayatı “saçma” olarak yorumladılar. Onlara göre her şey anlamsızdı. Bu da esas çıkış yolu değildi ve onlar da bunun farkındaydılar.
Nitekim Camus “her şey anlamsızdır ancak bunu dediğimizde bile anlamlı bir şey demiş oluyoruz” cümlesini kurmak zorunda kaldı.
Kafka’dan örnek verecek olursak Şato romanının girişine bakabiliriz: “K. Karlarla kaplı köye ulaştığında saat geç olmuştu. Şato’nun olduğu tepeden eser yoktu. Sis ve karanlığa gömülmüştü. Koca Şato’nun varlığına işaret eden bir ışık bile seçilmiyordu. K. Köye giden anayoldaki tahta köprüde uzunca bir süre durup düşündü, uçsuz bucaksız bir boşlukmuş gibi görünen yere bakarak.” K. isim midir, cinsiyeti nedir? Alacakaranlık ne gündür ne gece. Şato vardır ama yoktur. K. köprüdedir, köy ile dış dünya arasındadır yani ve boşluktadır. Nereden geldi, roman boyunca öğrenemeyiz. K.’nın önünde sadece boşluk vardır, hatta boşluk olup olmadığı bile belli değildir, “gibi” demiştir.
İşte Batı’nın genel ruh hali böyleydi, bu paragraf gibi. Her şey belirsiz, muamma ve anlamsızdı. Sartre’a göre sanatçının amacı hayattan yapay anlamlar çıkarmaktır çünkü hayat gerçekte saçmadır. Kafka’ya göre insanlık “Tanrı’nın kötü günlerinden biridir”. Estragon ve Vladimir’in beklediği Godot kimdir asla bilemiyoruz, birilerine göre Tanrı’dır ama bildiğimiz asla gelmeyeceğidir. Batı, budur: Umutsuz, karamsar ve hayat tanımı “saçma”dan ibarettir.
Bizim Hakk ile irtibatımız kopmadığı için eserlerimize, sözlerimize, dilimize umutsuzluk hakim olmadı, hayatı saçma görmedik. (Bugünün yazarlarında bunlar var çünkü onlar Batılı!” Yunus Emre’ye, Baki’ye, Karacaoğlan’a, Nesimi’ye, Sümmani’ye bakabilirsiniz.
Sümmani “insanoğlu gamdan hali değildir, her birini bir efkara yazmışlar” derken karamsar değildir, teslimiyetçidir. Teslimiyetçilik, imanımızdan gelir ve bu yüzden bizde isyan yoktur, sabır vardır. Karacaoğlan’ın “vakti gelmeyince bülbül mü öter” demesi bundandır. Bizde dünya “saçma” değildir, “yalan”dır. Çünkü aslolan ahirettir.
Karacaoğlan’ın şiirine “yürü bre yalan dünya” diye başlaması bundandır ve yine bundan ki şiirin devamında “can kafeste duran kuştur, elbet uçar gider bir gün” demiştir. Ölüm ihtimal değil, beklenendir; o yüzden “akıbet alırsın komazsın beni” diye seslenir Büyük Ozan ölüme. Ölüme karşı imanımız kadar güçlü savunmamız nedir peki? Sevdamızdır. Bizi bu denli imanlı yapan dahi sevdaya verdiğimiz değerdir. Aşk, kutsaldır. O nedenle Karacaoğlan “açıp ak gerdanı durma karşımda, ecelimden evvel öldürme beni” demiştir.
Kafka’nın Şato romanının paragrafını hatırlarsak yeniden, tasvir edilen ortamın “karanlık” olduğunu anımsarız. O halde şöyle bitirelim: “Karanlık Batı’dan, Işık Doğu’dan Gelir!”