Çağdaş İslami hareketin temel sorunu ideoloji denizinde boğulmaktır. Genel biçim ve içerik bakımından “İslami” görünse de Araplar başta olmak üzere siyasal İslamcıların hareketleri boğazına kadar siyasi fikirlere batmış durumdadır. Bu durum Arap İslami hareketlerinde daha bariz gözlenebilmektedir. Çünkü bu hareket, tartışmasız bir diktatör olan Mısırlı lider Abdünnasır’ın siyasi söylemini terk etmeyi başaramamıştır. Bilakis iktidarda kalabilmek için bu söyleme sıkıca bağlanmıştır. Halk nezdinde toplumun isteklerini gerçekleştirebilecek alternatifsiz lider algısını oluşturan Abdünnâsır öldü, ama onun kavmiyetçi düşüncesi yaşamaya devam etmektedir! Dahası anarşist masallara ve fantastik hikâyelere dönüşmüş durumdadır!
Abdünnâsır insanların zihnine ‘vaat edilmiş zafer’ fikrini yerleştirdi. İnsanlar gerçekçi olmayan bu sözlere kanarak bu boş vaatleri gerçekleştirme beklentisiyle yaşadılar. Halkı, tüm dünyanın Mısır’ı işgal etme ve bölme amacı taşıdığına ve kendisinin tarihin gidişatını tek başına bütünüyle değiştirebilecek yeteneğe sahip tek lider olduğuna inandırmayı başardı. Dünya halkları teknoloji alanında ilerlerken; Mısır, kendi halkını dünyada değişimi sağlayacak benzersiz entelektüel bir devlete ve siyasi bir teoriye sahip olduklarına ikna eden kitaplar, gazeteler ve yayınlar üretmekle meşgul oldu.
Tam da bu dönemde Mısır’da ve diğer yerlerde Arap siyasal İslami hareketinin yayıldığına şahit oluyoruz. O dönemde sadece halk geneline sunulacak bir dizi fikir ve ilke oluşturmakla ilgilendiler. İşte Arap siyasi İslam’ının doğal olmayan doğumu bu süreçte gerçekleşti. İslam’ın temel prensip ve kavramlarının hiçbiriyle örtüşmeyen bu akım, dışarıdan İslami bir renk sunsa da içerik açısından ulusal bir hareketten ibaretti.
İslamcılar o sıralarda İslami hareketin çarpık bir modelini oluşturduklarını ve sadece İslami bir kılıf içinde ulusal bir hareket oluşturduklarını fark etmemişlerdi. Bu husus, İslamcıların kendilerini özel bir aydınlar sınıfı ve benzersiz bir model olarak sunmaları ve “farklılık” fikrini savunmalarında açıkça ortaya çıkmıştı. Samimi ve herkese açık İslami bir model sunmak yerine tek bir İslami yaklaşıma ve dar bir partizan içeriğe sahip kapalı bir model ortaya koymuşlardı.
İktidarın halk tabanı bulması için destek verdiği Selefî hareketin durumu da bundan çok farklı değildir. Esasen baskı altında ortaya çıkmasına rağmen sonuç aynı oldu. Çünkü gerek siyasi İslam gerekse Selefî İslam “farklılaşma” ilkesine dayanıyordu. Bu süreç, el-Kaide Daiş/Işid gibi örgütlerin doğmasına zemin hazırlayan fikrî tartışmaların içinde boğulan nesiller üretmiştir. Yalnızca fikirler taşıyan ama hiçbirini gerçekleştirme kapasitesi bulunmayan çarpık İslami örgütler doğuran bu zemin hâlâ mevcuttur.
Herkesin ortak sorunu; İslam’ın siyasi boyutunu geri getirme fikrini istemesidir. Peki, biz putperest toplumlar mıyız? İslam’ı apaçık görüp dururken ülkelerimize nasıl bu gözle bakabiliyorsunuz? Oysa halklarımızın muhtaç olduğu tek bir şey vardır, o da adalettir, sadece adalet.
Evet, ihtiyacımız olan tek şey, tüm insanlar için adaleti nasıl gerçekleştirebileceğimiz üzerinde düşünmektir, kan rengine boyanmış partizan çatışmalarla zaman kaybetmek değil!
Çeviri: Fethi Güngör