8 Nisan 1966 tarihli Time dergisinin kapağında, “Tanrı öldü mü?” sorusunu sorduğunda, Nietzche bile ne kadar ŞATAFATlı bir laf ettiğinin farkında değildi. Onun akıl hocası olan ve aslında “Genç Werther’in Acıları”nın asıl yazarı olduğundan  şüphelenilen(!) Schopenhauer bile dünyanın absürt prensipler üzerine kurulu nedenselliklerden ibaret olduğunu söylediğinde, bu kadar gürültü kopmamıştı.  Ne yazık ki hiç kimsenin kendi hayatında bile özne olamadığı bu ahir zamanda, başkalarınca fark edilmek için ya artistik olmak ya da şatafatlı laflar etmek gerekiyordu.

Haddizatında Nietzche’nin öldüğünü iddia ettiği tanrı, Hristiyanların kendi elleriyle hümanizme ya da kapitalizme kurban ettikleri tanrıydı. Nietzche, metafizik anlamda külli bir yargıda bulunmuyor, Hristiyan teolojisi açısından gelinen bir noktayı tespit ediyordu. Yahudiler iki bin yıl önce Hz. İsa’yı çarmıha gererlerken İseviler nasıl sessiz kalıp seyrettilerse bugün de modern, pagan, küresel, İngiliz-Yahudi medeniyeti zaten parçalanmış olan kilise Hristiyanlığının tanrısını, atomize ediyor hatta yeniden öldürüyordu.

Dün Yahuda’nın az bir mangıra sattığı İsa-Mesih’i, bugün modern Batı hazları uğruna Golgotha tepesinde harcıyordu. Bu, Yahuda’nın intiharına namzet insanlığın intiharı, İşkariyot’un ihanetine namzet insanın asıla/kutsala ihaneti demekti. İnsanlığın bodoslayacağı felaketi gören Nietzche, geç olmadan  “açın gözlerinizi” demeye çalışıyordu. Ama sesini kimseye duyuramadı. Enformatik cehaletin mihmandarları, onu “tanrıyı öldüren adam” olarak tanımlayıp tarihin çöplüğüne attılar. Eline ilk baskısı yapılan bir gazete tutuşturulup “bak üstat, bu varak artık her gün yayınlanacak ve böylece insanlar olan bitenden haberdar olacak” denildiğinde manalı manalı bakıp bu günleri de anlatır gibi, ötelere taşan bir söz söylemişti: “Desenize artık insanlar, hakikati asla öğrenemeyecek!”

Bugünlerde yine makabli muhtelif bazı tiplerin çıkışlarından mütevellit İslamcılık, tartışılır hale geldi. Biz de matbuata olmasa da mahsusat alemine ayak bastığımız ilk kertede kaleme aldığımız bir yazıyı, hatırlama gereği duyduk. Evet, kimilerine göre İslamcılık öldü. Ölmediyse dahi İslamcıların, İslamcılığın keyfiyetini ne ölçüde iğva ve iğdiş ettiği, mevzu bahis edilmekte. İslamcılıkla ilgili tenkitler, hüsn-i niyet taşıdığı sürece kıymetlidir elbette ancak bir söze, bir de sözü söyleyene bakmadan sazanlık yapıp enerjimizi harcayacak vaktimiz de yoktur. Vaktimiz yok, çünkü derdimiz çoktur efendiler ve biz derdimizi, aşkımız bellemişizdir.

Aslında konunun özü ve özeti, mukaddimedeki soruda gizli. “Tanrı öldü mü?” sorusu öyle bir dilemma içeriyor ki tam bir karşıtlık ve karşılıklılık söz konusu. Allah’tan cevap, soru kadar çetrefilli değil. Parantezi agnostikler, ateistler ya da anti-teistler için açıp kapatıyorum, (eğer varsa) ve Tanrı ise zaten ölemez, değil mi?

Biz müminler, yani hakikati perçeminden yakalayıp  içine çekenler için Hayy ve Kayyum olanın imanı, kuru fideizme değil, burhanlara ve epistemik istidlallere dayanır. Çünkü “Ey budala akıl, sus ve sadece iman et zira tanrının varlığı kanıtlanamaz” (Pierre Bayle) diyen pire beyinli Baöyle’lerinden değilizdir.

Vahyin nurlandırdığı Nebinin ismiyle müsemma surenin bahse konu ayetinde (Muhammed-19), “Fe’lem” diye başlar söze Rabb! Yani bil ki der; “Allah’tan başka ilah yoktur.” İnan ki ya da iman et ki demez. Bil ki bilinebilen bir şeydir, O’ndan başka ilah olmadığı. Kuru kuruya, kör taklitle inanma! “Bilgi temeli üzerine inşa et imanını, tahkikle doldur içini” der. Bunun önemini fark eden Hanefi-Maturidi düşünce, mukallidin imanını kabul etmekle birlikte, icmalî yani yüzeysel imanı yeterli görmez, muteber kabul etmez.

İslamcılık meselesi de aslında tam böyledir. Eğer ed-Din/İslam varsa İslamcı da hep vücut bulacaktır. Çünkü İslamcılık, dünyaya söyleyecek sözü olmak demektir. Dünyanın sahibi onu döndürdükçe, bizim bu kör olası dünyanın kor olası düzenine sokmak için ceplerimizde taşıdığımız çomaklarımız, hep olacaktır.

Haftaya meramımızı anlatmaya devam edelim, inşallah.

Baki selam…