Hira bir dağdır.

Hira bir mağaradır.

Hira bir okuldur.

Hira bir hesaplaşmadır.

Hira varlık-yokluk meselesidir.

Hira evvel emirin indiği Arşimet noktasıdır.

Ne kadar uzaktayız bugün. Kilometrelerle ölçülemeyecek kadar uzak. Kendisinin olmasa da bilgisinin bizden alındığı bir uzaklık bu.

Hira Mekke’de bir mağaradır. Gidenler bilir. Küçük bir mağaradır. İki insanı almayacak kadar küçük, evrenin derdini taşıyacak kadar da büyük.

Güzeller güzeli oraya dünyanın derdinden sıyrılmak için değil, dünyanın derdine çare bulmak için gidiyordu. Bir kaçış değil arayıştı onun için Hira. Varlıkla beraber bir akış mecrasıydı. Çünkü varlık –insanın dokunuşuyla- rotasından çıkmıştı. İnsan artık insanlıktan çıkmıştı. Ne eşyanın hakikati kalmıştı dile gelen ne dinin. Her şey topyekün bir imha halindeydi. Bunu gören, katman katman buna muhatap olan ince ruh, bir hesaplaşma, bir murakabe için şehirden ayrılıyordu.

Şehri terk ediyordu, yeniden kurmak için. Her şeyi yeniden kurmak için şehri terk ediyordu. Kadim bilgilerle doluyordu orada. Yaratıldığı günden beri kainat, biriktirdiği ne kadar iyilik varsa muhatap kılmak için hazırlıyordu onu. Dünyayı hayra çağırmanın hazırlığı olarak gidiyordu oraya. Günlerce kalıyordu orada. Azığını yanında taşıyordu. Her şeyini yanında taşıyordu. Dönüyor tekrar gidiyordu. Her dönüşünde daha hafiflemiş, her gidişinde daha ağırlaşmış olarak. Doluyor, doluyor ağırlaşıyordu. Çünkü bilmiyordu ağırlıklarının anlamını. Anlaması gerekiyordu. Anlam kazanması. Bunun için de Hira’ya koşması. Çünkü Hira, anlam veriyordu ağırlıklarına. Her yeni anlamayla daha da genişliyordu içindeki evren. Genişliyor ve hafifliyordu. Ağırlıkları artık yük değil güç oluyordu. Hira’ya koştukça daha da güçleniyordu. Bakışı daha keskinleşiyor, görüşü daha netleşiyordu. Dünyanın sarsak hırgürüne karşı daha bir bileniyordu. Daha güzel mücadele etmenin şifrelerini bir bir elde ediyordu. Kavga başladığı gün hazır olmalıydı çünkü. Neyi, nasıl yapacağını bilmeliydi. Allah bildirmeye devam edecekti. Ama temel atılmalıydı. Temel sağlam olmalıydı. Süleymaniye gibi olmalıydı. 100 büyük depreme rağmen dış duvarının teki bile çatlamamalıydı.

Peki, Hira yalnız Peygamberlere has bir şey miydi? Efendimiz’in hususi tecrübesi miydi? Hira’yı bize miras bırakmamış mıydı?

Istılahi anlamda Efendimiz’e hastır belki ama yeniden inşa süreci itibariyle bize de miras kılınmıştır Hira. Bize de bağışlamıştır hayat veren anlamı. Bize de denmiştir Hira’nızı bulun. Hira’dan hiç ayrılmayın.

Ama çok uzaktayız bugün ondan. Şehrin basık bir oda, duvarların da üzerimize doğru yürüyen apartmanlar olduğu ve zamanın hıza kurban aktığı bir çağda çok uzaktayız Hira’dan. Günden güne daralan bir ablukanın içindeyiz. Sanal dertlerimiz artıyor biteviye. Asıllara ulaşamadığımız bir yeknesaklık içinde bir herc-ü merci yaşıyoruz. Bir çıkış bile aramıyoruz artık. Çünkü içinde bulunduğumuz labirenti kanıksadık ve huruç fikrini unuttuk. Oruca durur gibi huruca duramıyoruz. Yükselemiyoruz. Mirac’a göz kırpmadan kılıyoruz namazları ve bir türlü kılınamıyoruz.

Neden?

Yoksa Hira’sızlıktan mı? Kaybettiğimizi bulacağımız, bulamasak da yolunu bulacağımız Hira’nın yoksunluğundan mı?

Nasıl bir çağda yaşıyoruz böyle? Ne kadar uzaktayız kendimizden? Kendimizi nerede kaybettik? Şimdi besmele çekip kendimize dönelim desek nereye döneceğimizi biliyor muyuz? Biz neydik, bilgisini hatırlıyor muyuz? Bilgisini hatırlamadığımız şeyin yöntemini hatırlar mıyız? Bu şartlarda bize/kendimize doğru bir yolculuk mümkün mü?

Hiç sanmıyorum!

Sanmıyorum ama Allah “ümit var olun” diyor. “İnanırsanız üstün gelecek olanlar sizlersiniz” diyor. “Yeis şeytandandır” diyor din-i Mübin-i İslam.

O zaman zandan sakınıp hakikate iltica etmek gerek.

Nasıl iltica edeceğiz hakikate?

İşte burada, tam da burada Hira tecrübesi giriyor devreye. Realite, reel politik denilen, bizi içine alıp özsuyumuzu yok eden gerçeklik boyutundan bizi hakikate terfi ettirecek Hira giriyor devreye. İçine girdiğimiz dipsiz kuyudan bizi çekip çıkaracak Hira giriyor devreye.

Hepimizin ihtiyacı var bu yüzden Hira’ya. Dünyanın bağ ve bağlamlarından sıyrılıp özümüze dönmek için Hira’ya ihtiyacımız var. Medeniyet denilen canavarlaştırma projesinden çıkıp, hakikat medeniyetine sığınmak için Hira’ya ihtiyacımız var. Hem de bir kez değil. Dönem dönem, defa kereler. Çıkıp çıkıp gitmek. Kendinden çıkıp kendine gitmek. Peşin hükümlerden sıyrılarak gitmek. Dünyanın dağdağasını bırakarak gitmek. Her şeyi ve herkesi yeniden kazanmak için, her şeyi ve herkesi bırakarak gitmek. Dünyanın bütün kal ısrarına rağmen gitmek. Ayaklarımızın altındaki kaypak zemini muhkem zeminimiz kılmak için gitmek. Akıllara zarar bir gidişle gitmek. Bütün ezberleri bozarak gitmek. “ Gitmek en güzel halidir gövdemin” diyerek gitmek. “ Bunu bilmek aykırı bir damardır beyimde” diye ekleyerek gitmek. Gitmek için değil kalmak için gitmek. Yeni bir söze vücut olmak için gitmek. Huruç fikrini yeryüzüne armağan etmek için gitmek. Huruçtan Uruca yükselmek için gitmek.

Ne şekilde, hangi vesileyle olursa olsun gitmek. Bir geminin kamarasında varlık rüzgarlarıyla ve suyun tekinsizliğiyle gitmek. Bir çölün ortasında vaha sessizliğiyle gitmek. Bir mağara dinginliğiyle gitmek. Yola vurmak kendini. Yolda kalarak gitmek. Bir ormanda, ışığın sadece gökler olduğu bir ormanda kalarak gitmek. Sevgilinin gözlerinde kaybolarak gitmek. “Bir bebeğin uykuda gülmesiyle” gitmek. “ Sabaha kadar uyutmayan bir acıyla” gitmek. Ama hep gitmek. Dünya bir yangın yeri ben burada kalamam diyerek gitmek. Zaten kalmak değil, gitmek için geldim diyerek gitmek. Ben cennete susuzum, cennetim suyumdur benim diyerek gitmek. “Kalu: “Bela”yı hatırlayarak gitmek. Sevgililer sevgilisinin gidişi gibi gitmek. Sevgililer sevgilisinin kalışı gibi gitmek.

İhtiyacımız var gitmeğe. İhtiyacımız var Hira’ya gitmeğe. Hira’da kalmaya ihtiyacımız var. Hira’yla kalmaya ihtiyacımız var!

Baki selamlar!