Bir varsayım da olsa makul bir dayanak olarak “Sosyal sözleşme” Doğuda da aynı çerçeve ve mantıkla tartışılmıştır.

Ana felsefesini, toplumun bireylerinin bir kısım çıkarlarından da gönüllü olarak vazgeçerek bazı yetkilerini devlete bırakmaları ve böylece ortaya çıkan düzen ve güvenlik ortamından yararlanmaları varsayımı oluşturur. Burada, karşılıklı bir feragat durumu söz konusudur.

Bu sözleşmeyle kişi, haklarının bir kısmını ülkenin toprakları üzerinde egemenlik haklarına sahip en büyük ve güçlü tüzelkişilik olarak Devlete, gönüllü şekilde, gönüllü şekilde bırakmaktadır.

Diğer yandan bu sözleşmeyle kişinin temel hak ve özgürlükleri de belirlendiğinden aynı şekilde Devlet de toplum ve kişi karşısında sınırlandırılmış olmaktadır.

İster klasik/geleneksel devlet modelinin isterse modern devlet anlayışının olsun devlete yüklenen ilk yükümlülük: Toplum fertlerinin birbirlerine karşı, devletin bizzat kendisine karşı ve dış devletlerin saldırılarına karşı “güvenliklerini sağlama” yükümlülüğü yüklemektedir.

Özetle, devlet dışarıda güvenlik, içeride ise yine güvenliğin bir parçacı olan hukuk güvenliği için kurulmuştur ve bu çerçeve korunduğu sürece meşruiyetini sürdürür. Çerçeve dışına çıktığında, mesela dış güçlere karşı koruyamayan veya içeride adaleti tesis edemeyen idarecinin meşruiyetinin sorgulanmasına kapı aralanır. Bunun için, halkın idarecileri belirlerken dikkate aldığı ekonomik refah arayışı gibi temel bir ölçümleme yanında her zaman peşinen var olması gerektiğini varsaydığı adalet, belirlilik ve önceden belirlenmiş ve herkes için geçerli kuralların uygulanıp uygulanmadığını içten içe denetlediği bilinir.

Tam da bu noktada, devletin meşruiyetini sağlamada temel ölçütlerden birisinin de, içeriği ne olursa olsun, halkın itibar ettiği belirli ilke ve kurallara dayalı olması gerektiği ve bu kurallara istisnasız ve tam olarak uyulması gerektiğini hatırlamak gerekir. İlke ve değerlerin belirlenip sadakatle uygulanamaması halinde keyfilik ortaya çıkar. Kuralsız ve her duruma göre idarecinin keyfi kararlarına göre farklı ve çelişkili karar verebilmek, hem adaletsizlik hem sistemsizlik anlamına geleceğinden hukuka dayalı devletin sürprizlerle değil, belirlilik esasıyla hareket etmesi gerekir.

İbni Haldun, insanların devlet kavramına neden ihtiyaç duyduğunu ve ilk devletleri neden kurduğunu anlatırken onu tabii bir ihtiyaç, sosyal hayatın gereği olan ihtiyaçların karşılanmasında dayanışma ve yardımlaşmaya mecbur olduğunu söyler ve en nihayetinde de devleti sosyal sözleşmeye dayandırır. Diğer insanların saldırılarından korunmak için yasak ve cezaları uygulayan bir güvenlik içinde yaşamalarını sağlayacak bir otorite gerekli olduğundan devletin varlığını bir zorunluluk (zaruret) olarak kabul etmiştir. Bu anlamda, bu iki dünyanın en uzak olduğu zamanlarda bile Batıda gelişen ile Doğuda gelişen düşüncelerin insan ortak aklının zorunlu istikameti olarak bazen aynı sonuçlara varabildiğini görüyoruz.

Şimdi az önce bahsettiğim “hukukla bağlı devlet” uygulamasının, idarenin iyi veya kötü olmasıyla yakından ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Mesela İbni Haldun, kötü yönetimin örneği olarak “tabii devlet” biçiminin cebir, kuvvet, baskı ve yöneticilerin şahsi isteklerine dayanan keyfi bir yönetim olduğunu söyler. Burada “doğal”lıkla kastedilen, insanın tabiatının eksiklikleridir. Hâlbuki her yönetici insan zaafları olarak bencillik, öfke, hırs, yakınlarını daha fazla koruma gibi zaaflara sahiptir ve bunların idareye yansıması “kötü idare” (maladminastration) anlamına gelir. BU durumda, idarecinin zaaflarına karşı onu “çizgide içinde tutacak”  konu da temel ilkelerin ve işleyen bir sistemin varlığıdır.

Pekiyi, adil bir sistemin varlığını nereden anlayabiliriz? Onun ilk emareleri, insanların toplum içinde yaşarken kendilerini hukuk yönünden güvende hissetmelerdir. Hukuka dayalı devlet olmak, insanların adil yargılanma hakları, bağımsız mahkemeler, önceden belirlenmiş hukuk normları gibi gözle görülür somut araçların varlığını ve pratiğini gerektirir. Hatta bunun da ötesinde, hukuka dayalı devlet, toplum için rahat bir psikolojik iklimi oluşturmak zorundadır.

İnsanların kendilerini hukuki açıdan güven içinde hissetmeleri, geleceklerini planlayabilmeleri, olumsuz sürprizlerle karşılaşmayacaklarından emin olmaları, geleceğe dair hayaller kurabilmeleri insanın ve toplumun sosyo-psikolojik açıdan gelişebilmesinin temel şartıdır. Bugün çoğunluğun maalesef biricik ölçüt olarak kabul ettiği ekonomik gelişmişliğe de atıfta bulunacak olursak, iktisadi ilişkiler de ancak hukukun oluşturduğu güven atmosferi içinde sağlıklı şekilde büyüyebilir.

İnsana ekonomik gücüyle değer veren materyalist bir yaklaşım temelinden hatalı olur. İnsana değer veren, insanları diğer insanlar karşısında ve idareciler önünde de özgür tutabilen sistemi hangi sistem başarabilirse insan ontolojisine uygun bir adaleti sağlayan adil bir sistem olur.

İyi işleyen bir hukuk sisteminin kurulması ve anayasanın doğru bir dayanak üzerine kurulması iyi bir sistem ve idare için elzemdir. Bu dayanağı, daha doğrusu temelin üzerine inşa edileceği platformu kurmak için idarenin felsefesinin de doğru dayanak üzerinde olması gerekir…