Görülüyor ki, Batı Avrupa, Japonya veya Rusya üzerinden düşünecek olursak her toplumun kendi kültürel geçmişine göre oluşturduğu sosyolojik tabanının onayını almış devlet modelleri kurma gayretleri olmuştur. Rusya, Dostoyevski’nin meşhur park konuşmasında da anlattığı üzere, Batıcılık, Rusçuluk ve Ortodoksçuluk üzerinden iç siyasetin tartışmasını yaparken aynı tarihlerde Türkiye’de “üç tarz-ı siyaset” tartışılmaktaydı. Modernleşme ve devlet yapısını başabaş götüremeyen Rus Çarlığının enkazı altından Bolşevik İhtilal çıktığında, bu kez Ruslar kendilerine özgü modellerini ideolojik bir çerçevede meşrulaştırarak ve enternasyonalleştirerek günyüzüne çıkarmış oldu. Benzer bir süreç okuması, Çin için de geçerlidir.  

Geçtiğimiz 150 yıl boyunca Batı Avrupa merkezli ortaya çıkan modern devlet felsefesi ve anlayışı, teknolojik gelişmede devlet dolayısıyla diğer devletler tarafından da gıpta ve taklit edilen modellere dönüştü. Modernleşme süreçleri ve “yeni devlet” için model arayışları birbirini izleyen ve tamamlayan süreçler olmuştur.

Avrupa devletlerinin kolonizasyon yoluyla götürdüğü ve çoğu zaman zorla da taşımaya çalıştığı batılı değerler, Afrika’da yer yer radikal dirençlerle karşılaştı. Diğer bazı yerlerde ise gönüllü bir kabuk değiştirme yaşandı. Örnek vermek gerekirse Çin ve Japon modernleşmelerinde bir noktaya kadar direniş söz konusu iken belki doğudaki en erken modernleşmeyi yaşayan Mısır modernleşmesi bu sürece girmişti.

1850’lerden itibaren ise Osmanlı modernleşme hareketleri de bir yandan sosyal hayatta ordu ve eğitim alanlarında girmeye başlamış, diğer yandan ise devlet modeli ve sistem arayışları da süregelmişti. Fakat bütün bu değişim süreçlerinde işin ruhunu oluşturması gereken temel kurucu ilkelerden çok, şekil ve kalıplardaki değişimle teknolojik sıçrama yaşanacağının düşünülmesi gibi. Aynen, Avrupa’yı gezen Rus Çarının gezi dönüşünde Ortodokslar için şart olan sakalın Rus toplumunun geriliğinin temel sebebi görerek yasaklaması örneğindeki gibi tuhaf şekli değişiklikler, değişimin görünen ana gövdesini oluşturmaktaydı.

Cumhuriyet’in ilanına kadar yaşanan yaklaşık 100 yıllık süreçler de, 1808’de Senedi İttifakla başlayarak,  1856 Islahat fermanı, 1876 Anayasasıyla Meşrutiyetin ve bir meclisin oluşturulması da, 1878 Ticaret Nizamnamesinin Fransa’dan aynen alınması da aynı tabii seyir ve zincirin bir parçasıdır.

1908’de Meşrutiyetin ikinci defa ilanı ile modernleşme hareketleri kaldığı yerden tartışmasız devam etmiştir.  Birbirini izleyen bütün bu süreçlerde aydınlar ve toplum ciddi tartışmalara sebep olsa da bu kaçınılmaz dönüşüm karşısında yerli ve yeni bir devlet modeli oluşturmak nedense hiç düşünülmemiştir. Mimarisinden döşemesine ve sanatına kadar Dolmabahçe Sarayı, ne kadar yerli ise dönemin yenileşme hareketleri de ancak o kadar yerli olabilmiştir.

Belki de dönemin en ciddi yerli girişimi hukuk alanındaki Mecelle’dir ve gerisi getirilememiştir. Bir hükümdar tarafından yönetilmedeki yüzyıllara sâri gelenek ve alışkanlıklara dayalı kabuller, bu yönetimi İslam’ın bir parçası olarak düşünüyordu. Dönüşüme direnen kitleler aslında, İslam’ın temel ilke ve kurallar dışında hiçbir devlet yönetimi modeli önermediği; “kaç kişi” tarafından yönetildiği ile değil, “nasıl” yönetildiği ile ilgilendiğini dönemin şartları içerisinde atlamışlardır. Çünkü, hükümdarlık, halifelik ve dini kurumların içiçe geçtiği bir ortamda sağlıklı bir devlet modeli arayışı İslam’a karşı bir arayış gibi algılanması da normaldi. Model arayışları, sosyal değişim ile teknolojik yeniliklerin hepsinin birarada karışarak gelmesi de dayanılması güç bu selin önünde eskiyen kurumların rahatlıkla tasfiyesinin kapısını araladı.

Neredeyse, 300 yıl süreyle içtihat kapısını kapatmış olmak sosyal değişimi karşılayamayan ve asırları ve bütün toplumları kucaklama iddiası olan İslam’ı donduran bir doğu tarzı skolastisizm oluşturmaktaydı. Ve ona en ağır darbeyi de bu dondurucu tarz ve görüşler vurmuştu.

Aslında bir bakıma, Batı’da modern devletin 1800’li yıllarda yönetime dair oluşturmaya çalıştığı kurallar, Doğu’da teolojik ve felsefi olarak varolagelen ilkelerdi. Ancak uygulamada yerel değer ve yorumlarla çoğu saptırılmış olan bu ilkeler unutulmaya yüz tutmuştu. Aynı adla farklı yerlerde uygulanan pratiği insanların elinde tamamen farklı sonuçlara gidebilmekteydi. Diğer yandan Doğu ve Batı dünyasının aynı kavram üzerinde konuşulurken bile dönemsel olarak tamamen farklı sonuçları ortaya çıkaran iyi ve kötü uygulama örnekleri olduğu da unutulmamalıdır. Bütün mesele, devlet yönetiminde halkla devletin üzerinde sözleştiği anayasa ve diğer mevzuat ile belirlenen kuralların, anayasa yürürlükte olduğu sürece sapmadan sadakatle ve adaletten yana yorumla uygulanmasıyla ilgiliydi.

Peki, bu sadakat “kiminle kim” arasında ve “neleri koruma” adına olur. Bu anlaşmayı “sosyal sözleşme” temelinde açıklayan anlayışı Antik Yunan’a kadar götürenler olsa da, hukuk felsefesi Thomas Hobbes ve John Jack Rousseau ve onları izleyen diğer düşünürler başlangıç kabul edilebilir. Devletin ortaya çıkışını güvenlik ihtiyacı ve yardımlaşma için insanlar tarafından kurulduğunu açıklayan İbni Haldun da aslında aynı noktada düşünülebilir…

(Devam edecek…)