“Bedensel ve zihinsel üstünlükler yavaş yavaş zamana yenilirler ancak ahlaki karaktere zaman bile dokunamaz ve parçalayamaz…”

“Yaşayarak kendini geliştiren, belirlenmiş biçimi ne zaman parçalayabilir ne de herhangi bir güç.” derken Goethe’de ahlakın sarsılmaz biçimine vurgu yapıyordu kuşkusuz.

Farkında mıyız?

Dünyayı ve ona ait olanları daha fazla öne çıkarmaya başladığımızdan beri, içimizi yoksullaştırıp dışımızı zenginleştirme çabamız da arttı.

Fakat bu yanlış tercihin ne denli aldatıcı olduğunu, zaman başka bir biçimiyle bize yeniden gösterecektir.

Zira iç yoksulluk, sonradan onarılması daha zor bir dış yoksulluğun da sebebi olacak.

Büyük bir aldanışla insan, dışını sürekli süslerken asıl gücünü inşa edecek inançtan, ilimden ve erdemlerden de etrafını temizliyor.

Ne olduğun, neye sahip olduğundan çok daha önemliyse önem verilenin bu denli yörüngesinin şaşması bizi nereye götürüyor?

Dış zenginliğin insanın asıl huzuru üzerinde çok az ve geçici bir etkisi olduğu, bütün akıl sahiplerinin ittifak ettiği bir hakikat iken nasıl oluyor da insan, tercihini geçici olandan yana kullanabiliyor?

Bu sorunun cevabı, “Boş zihin, araçlar alanının dar ufkuyla kendini körleştirdiği için fikirler dünyasına kapalıdır.” olmalı.

Kaldı ki daha fazla mülk peşinde koşanın çok derin, kaçınılmaz ve sayısız huzursuzlukları vardır.

Hem elde etmek üzere girişilen mücadelede başkalarının çıkarlarıyla çatışmak hem de kazanılanı, başkalarının dikilmiş gözlerine karşı korumak başlı başına bir huzursuzluk kaynağıdır.

Sokrates, satılmak üzere sergilenen eşyaları gördüğünde “Ne çok gereksinim duymadığım şey var.” demişti.

Bugün bırakın çarşı ve pazarı, evlerimizin dolaplarına bile baksak Sokrates’in sözünü aynen tekrarlayacak nice insanımız vardır.

Noam Chomsky, “Rıza İmalatı” kavramını bu, gerçekten de ihtiyacımız olmayan ama varmış gibi hâlâ almaya devam ettiğimiz şeyler için üretmişti.

İç yoksulluk arttıkça, hiç ihtiyacımız olmayanlarla ilgili rızamızı imal edenlerin işi de o nispette kolaylaşmış oluyor.

Dinden, ahlaktan, erdemden çalarak yamadığımız dünya, bir gün mutlaka başımıza çok farklı musibetler açmak üzere kendi ellerimizle tahkim ediliyor.

Sorunun, mideleri doyurmak olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz.

Zira bugün huzursuzluğumuzun kaynağı doymayan gözlerdir.

Fırsatını bulmuşken hep daha fazlasına göz diken ve fiyatları artırdıkça artıran arsızlığın sebebi, işte bu doymayan gözlerdir.

Benim için hep yaman bir çelişki olarak kalacak şey; pandemi günlerinde “velinimetimiz” dedikleri ve çok özlediklerini söyledikleri müşterilerini, bu denli ve acımasızca sömüren satıcı anlayışı olacak.

Bir ekmek kapısının, velinimetleriyle yeniden buluşması “şükür” vesilesi olması gerekirken nasıl oldu da bir şükürsüzlük hâline evrildi?

Petronius, “Hobes habeberis” yani “malın kadar varsın” diyordu ya…

Oysa bu söz, dış zenginliği övüp iç zenginliği ihmal ediyordu…

Güneşin aydınlattığı dış dünyayı gören göz ile ilmin aydınlattığı dünyayı gören zihin gözü arasındaki farkı çok iyi kavrayabildiğimizde, gerçek ihtiyaçlarımızın da farkına varacağız.

Batı’nın; “to enjoy one’s self” yani “eğlenmek, keyfine bakmak” gibi son derece egoist düşüncesini olduğu gibi kabul etmek, bir Müslüman’ın diğerkâmlığı ile asla örtüşmez.

Bir Müslüman, dış mülklerinden daha çok iç mülklerini -inanç, ahlak vb.- artırmakla mükelleftir çünkü.

Tıpkı rüzgâr ve yağmur karşında tutunamayan verimli topraklar gibi her gün biraz daha fazlasını kaybettiğimiz erdemlerimiz, çocuklarımızın dünyasına erişemeyecek.

Bu yitimin geleceğimiz açısından ne denli bir vahamete karşılık geldiği, ivedilikle kavranmak zorunda.

Aksi hâlde dış zenginliğe kanmışların konforla çürümesi gibi çürüyüp gitmekle yüzleşeceğiz.

Bu hakikati görmek için sadece başımızı yukarı kaldırmak ve etrafa biraz duyarlı gözlerle bakmak yeterlidir.

Zira mesele var olmak ile yok olmak arasındadır.

Tıpkı Sayın Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli gençlere seslenirken dikkati çektiği o hakikatteki gibi: “Ezan yoksa, cami yoksa, Kur'an yoksa, iman yoksa Türkiye yoktur.”