Dünyada yaşadığımız musibetler, ahiret hazırlığı için karşımıza çıkan imtihan vesileleridir. Kalınacak ebedi yurt için, hazırlık aşamasındaki insan, başına gelen musibetlerin imtihanın bir parçası olduğunun bilinciyle hareket etmelidir. Sözün burasında, başımdan geçen bir hadiseyi aktarmak isterim:

Kocası tarafından, defalarca darp edilen bir hanım kardeşimle karşılaşmıştım. Yaşadığı zulüm o kadar şiddetliydi ki; bir keresinde, kendisini ormanlık bir alanda, kafasına silah dayanmış bir vaziyette bulmuştu. Yetimdi! Sahipsizliği iliklerine kadar hissetmiş bir psikolojiyle, hayata tutunma mücadelesi veriyordu. Yaşamındaki bunca olumsuzluğun ve kaosun rağmına sabrediyordu. Kendisini oğlu Efe için feda ediyordu. Hayatın zilletini, oğlunun izzeti için çekiyorken, Efe yaşananlardan bîhaberdi. Ta ki, babası kendilerini terk edip, başka bir kadınla hayatını sürdürene dek...
Çilekeş anne, “Ağabey, kendi yaşıtlarıma bakıyorum. Onlar mutlu-mesut bir şekilde hayatlarını sürdürdükleri halde, neden bunca çilenin ve ızdırabın merkezinde ben varım?” diye sordu. İçindeki o yangın, diline ürkek bir şekilde vurmuştu. Ben de “Hayata yanlış anlam yüklüyorsun” diyerek karşılık verdim.

Evet!.. Gerçekten de hayata yanlış açıdan bakıyordu. Zira insan bu dünyaya sefa sürmek ve lezzet almak için gelmemiştir. Bu gerçeğe, birçok insan gibi o da yabancı kalmıştı. Bu sebeple, hayatın keyif ve lezzetini yanlış yerde arıyordu.
Çünkü; Nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye kimsenin hakkı yoktur. Musibet noktasında ise daha yukarılara bakması ve içinde bulunduğu duruma şükretmesi gerekir. Aksi yöndeki bir bakış açısı, kişiye hayatı zindan eder.

Sabır kuvvetinden mahrum ve tevekkülden yoksun bir şekilde hayatın yükünü sırtladığını ve altında ezildiğini, tevekkülsüz buna muktedir olmasının mümkün olmadığını kendisine hatırlattım. Allah’ı “Vekil” tutmasını tavsiye ederek, “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” diye de ekledim.

Sözlerimin finalinde ise şu hikâyeyi anlattım: Bir zamanlar İran’da Feridun isminde çok zalim bir idareci varmış. Bir gün memleketinde gezerken sarayına benzer bir saray görür ve çok hiddetlenir. O sırada güzel bir kadın, edep ve terbiyesiyle o sarayın balkonuna çıkar. Feridun, kadını görür ve kendisine meyleder. O sarayın sahibini araştırır, marangoz olduğu kendisine bildirilir. Feridun, meylettiği o kadını elde etmek için bir hileye başvurup, marangoza bir yazı gönderir ve bir gecede yapması için kendisine pek çok iş verir, aksi halde kendisini idam edeceğini bildirir. İstenilen şeylerin bir gecede yapılması imkânsız olunca, marangoz telaşa kapılır. Hanımı vaziyete muttali olup, “Senin bu işi bir gecede bitirmen mümkün değil, iyisi mi hiç başlama” der ve: “Usta Necar! Tu râke veki her câr. Hudâ yeke dergâh hezâr.” Yani: “Ey marangoz! Sen her zamanki gibi yat. Allah birdir, kapıları bindir. O’nun bin bir ismi mevcuttur. Bir ismi ile bir kapı kapar, bin ismi ile bin kapı açar. Endişelenme!”

Ama nerede... Adam korkmuş, zira yarın kelle gidecek. Düşünür, taşınır. “En iyisi gidip kendime bir tabut yapayım. Hiç olmazsa sabahleyin idam olunduğumda beni bu tabuta koyup kabristana götürürler” der. Tabutu yapıp beklemeye başlar. Sabah erken saatte kapı çalınır. “İşte geldiler!” diye telaşla kapıyı açar. Gelenler, Feridun’un adamlarıdır. “Buyurun” der. Adamlar, “Usta Neccar! Feridun bu gece öldü. Acilen bir tabut yap!” derler. Usta Neccar: “İşte tabut, buyurun alın” der. Kendisi için hazırladığı tabut, kendisini asacak olan zalime nasip olur. Cenâb-ı Hakk, adaletiyle o muztarrın duasını böylece kabul eder. Mazlum kurtulur, zalim ise cezasını bulur.
Son söz olarak belirtmek isterim ki; Kulun irade ve gücünü aşan bazı sıkıntılar vardır. Böyle sıkıntılar başa geldiği zaman, heyecana kapılmayıp, şikayet etmeden; Takdir-i İlahi’ye razı olmak gerekir.
Sabretmek, müminlerin en büyük özelliklerinden biridir.
Selam ve dua ile...
Fiemanillah…