Bir gün gelir, gönül hep arzu edilen o büyülü oyunu oynar insana. Bazen oyunun tadı, bazen büyünün sarhoşluğu ile hakikatle hayalin iç içe geçtiği zamanlar gider;  arkasından hakikatin hayali çevrelediği, işin ciddiye bindiği günler gelir. İşin ciddiye bindiği günlerde tanıdım onu. Daha doğrusu ilk karşılaşmamız böyle olmuştu. Benim söz dinlemez kalbim oldukça uysal, sayfalardan taşan kelimelerim suskundu. Bu ilk karşılaşmada onu tanımak da imkân dâhilinde değildi. İkimiz de olması gerektiği gibiydi.

Sonra zaman aktıkça, olması gerekenler oldukça, biz birimizi tanıdıkça bir başka hakikat tezahür etti: Elli yaşına gelmiş bir insanı, hem de tüm farklılıklarına rağmen sevebilme ihtimali belirdi. Bu hayata dair, unuttuğumuz çok kıymetli bir şeydi. Demek ki insan zamanla sevebilirdi. Demek ki insan sevince eksikleri tam kabul edebilirdi. Sevgi, beraberinde derin bir saygıyı da getirmekteydi. Sevmek, hayatı kolaylaştıran, acıyı tatlandıran, karanlığı aydınlatan bir pencereydi.

Ömrümün yirmi yedi yılı geride kalmışken tanıdığım ve ömrümün geri kalan kısmında kendisine mühim bir yer ayırdığım insanı, kayınbabamı, pek muhterem eşimin babasını kaybettim. Hiçbirimizin kendimize yakıştırmadığı ancak başka bedenlerde pek bir sıradan duran ölüm, onu en zayıf yerinden, kalbinden yakaladı. Doktorun demesine göre zaten ancak bu bünye kalbinden yıkılırdı. Tabip Bey haklıydı. Rahmetli sanki alnın teriyle kazanmak, elinin emeğini yemek üzere yaratılmıştı. Masa başı memuru olmayacak kadar heybetli, koltuğa sığmayacak kadar hareketli, parmakları kalem tutmayacak kadar iriydi. Elinde keser ve testere değil de orak ve çekiç tutsa; John Steinbeck romanlarının kapağını süsleyecek kadar işçiydi. Dokuz yaşındayken çantasını çaylığın altına saklayıp gittiği inşaatlardan, elli dokuz yaşında bitmiş kalbiyle geri geldi. Yarım asırdan beri akıttığı alın terinin kazancıyla sofraya getirdiği ekmekten Mevla bana da yemeyi nasip etti. Tıpkı babamın sofrasında tattığım ekmekti.

Ben ve ailesi, dostları ve sevenleri; son ana kadar hayırlısı ile şifa dilendik yüce Allah’tan. Son dokuz gün, elli dokuz yıl göğsünde taşıdığı kalbi gerçek suretine tebdil etti. Tabiplerden biri, “Hastamızın kalbi çok nazik atıyor” dedi. Belki tedirgin bir kelebeğin kanat çırpışı gibiydi, güçsüz ve bitkindi.

Yoğun bakımdaki her görüşmemizde, nasılsın diye sorunca “Hamdolsun Allahıma” demişti. Göğsünün daraldığı, ölümün kol gezdiği yoğun bakım servisinde hamdetmek, Eyyübce bir teslimiyetti. Acıları dinip, göğsü genişleyince doğduğu evin yanında beklenen günün geleceği vakte kadar istirahate çekildi. Aksakalları ve bükülmüş beli ile ölümün işaretlerini üstünde taşıyan yaşlı babası, taziyede bulunanlara büyük bir teslimiyetle “Ne yapalum, yapacak bir şey yok!” diye karşılık verdi.

Ekmeğini demirden çıkaran yufka yürekli adam, Kemal Ustam! Rabbim mekânını cennet kılsın. Merhameti ile muamele etsin. Bizlere de sabır-ı cemil ihsan etsin…