Tarih ve coğrafya şuurumuz olmadıkça artık adını bile unuttuğumuz “düşüş”ler, maalesef ileride bizler için bir acı hatıradan başka bir şey ifade etmeyecek. En iyi bildiğimiz ve elimizden gelen işleri; mesela, sivil toplum desteğini, insani yardımı, duayı bütün toplum alinden geldiğince yapıyor zaten. Pekiyi, daha fazla ne yapmalıyız? Neler yapılabilir?
1492’de yardım elimizi uzatamadığımız Endülüs yıkılırken de insani yardımda çok başarılıydık. Sadece Sefarad Yahudileri’ni İstanbul’a taşımak üzere donanmamız Cebelitarık’taydı ve büyük bir misafirperverlikle onları İstanbul’a taşıdık.
1552’de Kuzeyde Müslüman Tatarlar’ın ileri karakolu olan efsanevi Kazan şehri düşerken İstanbul’da kimse ne olduğunun farkında bile değildi. Bölgenin üç asır boyunca hâkimi olan ve Rusları vergiye bağlamış olan Tatarlar, Kazan’dan güneye veya Sibirya içlerine doğru darmadağınık şekilde saçılıp gittiler.
Daha güneyde, Kırım Hanlığı küçülüp 1736’da Bahçesaray yağmalanırken bir yandan da İstanbul küçülüyordu aslında. İzleyen iki yüzyıl boyunca Kırım’ın Tatar ahalisi parça parça Türkiye’ye gönderildi. İnsani yardımda elimizden geleni yaptık yine. Kucağımız açtık, yaralarını sardık. Kırım Tatarları’ndan geri kalanlar, 1944 yılında son fertlerine kadar Sibirya’ya sürüldüler.
Kafkasya’nın 200 yıl direnmiş olan ahalisine, 1864 sonrası ve 1877-78’de (93 Harbi), yine bir insani yardım seferberliğine giriştik. Onlara da kucak açtık. 1,5 milyon Kafkasyalı Türkiye’ye yerleşti. Aynı yıllarda Balkanlar’dan sürülen kardeşlerimizi, büyük halk kitlelerini de bağrımıza basmaktaydık.
O sıralarda -aynen bugün olduğu gibi- Afrika’da neler olup bittiğini izleyemedik bile… Son elli yıldır, Afrika ortalarından güneye doğru bütün Müslüman ahalinin nasıl bir tehcire mecbur bırakıldığını ve demografik değişiklikleri bugün bile yazıp çizenimiz yok hala.
Özetle, engel olamadığımız ve domino taşı gibi birbirini izleyen yıkımların ardından hep üzüldük, dua ettik, elimizden geldiğince de yardım gönderdik.
Gerçekten de milletimiz, çevresinde olup bitene hiçbir zaman bigâne kalmadı, gözünü, kulağını kapamadı. İmkânları nispetinde, sorumluluklarından da hiç kaçmadı. Bütün komşularımıza el uzatmak, zulme uğrayan bütün insanlara el uzatmak, onlara bir şekilde çare olmak derdi her zaman içimizde oldu.
Asıl mesele, bütün bu olup bitenlerden gereken dersleri çıkarıp çıkaramadığımız konusunda düğümleniyor.
Halep yanı başımızda yıkılıyor. Aynen yukarıda sırayla adlarını verdiğimiz şehirler gibi. Gönlümüz Halep’te akan kanın gözyaşının durdurulmasından yana; ruhumuz savaşın en başından beri Suriye rejiminin, Şebbiha’nın, DAEŞ’in, Haşdi Şabi’nin katliamları karşısında isyan ediyor.
Elimizi uzatmak istiyoruz. Fakat ülkemizin gücü, imkânları ve içeride boğuştuğu büyük fitneler dikkate alındığında gerçekler ile yüzleşiyoruz. Bütün olumlu gelişmelerimize ve büyümeye rağmen hala ekonomik ölçeklerde Fransa veya Almanya’nın üç katı kadar küçüğüz. Teknoloji, patent, marka üretimi ve yerli üretim konularını ise başka bir yazıya bırakıyorum.
Kendi bölgesi için büyük bir güç olsa da küresel ölçekte gerçekçi gücünün ve sınırlarının farkında olan Türkiye, insanlarımızın bütün iyi niyetine, gayretine ve arzusuna rağmen şu anda sırtlandığı yük ve riskten daha fazlasını kaldıramayacak durumda. Baştan beri neler yapılmalıydı? Bu, apayrı ve çok su götürür bir mesele.
Yaşadığımız her bir dram ve trajedi bir sonraki dram ve trajedi için dersler çıkarmamıza yaramıyorsa kıyamete kadar bu durum böyle sürüp gidecek. Bosna’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da vb. yerlerde yaşananlardan ders çıkarılmış olsaydı, belki Suriye çok daha farklı olabilirdi. İslam coğrafyası darmadağınık ve üstelik hiç yoktan hortlatılan mezhepçilik, kabilecilik, etnik fitneler, dezenformasyon yoluyla iç çekişmelere sahne oluyor. Daha doğrusu cehalet zemininde ve büyük bir bataklıkta boğuşup duruyor.
Önce, insanların psikolojileriyle oynanıyor. İnsanların canları yakılarak, coğrafyanın genetik hafızasında yeri olan en kolaycı araca, “silaha” sarılmaya yönlendiriliyor. İnsanların bir kısmına bildikleri tek yol olan “kaba kuvvet” ve savaş, bir çareymiş gibi sunuluyor. Onlar, silaha mecbur olduklarını zannederek savaş psikolojisine sürüklenirken, haberlerde sadece bir istatistik veri olarak kalacaklarını, A için gittikleri cephede B için vuruştuklarını anlayamadan ölüyorlar. Bu filmi daha önce defalarca izledik. Aynı şekilde yine izlemeye devam ediyoruz.
Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Irak, Suriye’yi doğru okuyanlar iç ve dış saldırının nasıl hazırlandığını, zeminin nasıl oluşturulduğunu rahatlıkla anlayabilirler. Yaşanan bütün bu savaşların sonrasında küresel güçlerin savaş sonrası görmek istedikleri tablo neyse tam da o ortaya çıktı.
Bosna’nın paramparça bir yönetime, Mısır, Tunus ve Cezayir’in istikrarsızlığa, Orta Asya’nın insan hakları ihlalleriyle dolu baskıcı yönetimlere terkedilmesi onların görmek istediği şeylerdi ve başardılar.
Buradan bir ümitsizlik tablosu değil, neden böyle olduğu ve çözüm yollarının nerede olduğunu bulup çıkarmak gerekiyor. Bu tabloyu düzeltecek uzun soluklu ama emek gerektiren çareler ve atılacak adımlar mutlaka var.
Devam edeceğiz…