Göz terbiyesi denildiğinde akıllara hep aynı hikaye gelir. O hikayenin kahramanı Mahiz İz Hoca’dır.

Bu değerli alime bir gün,“Hocam, çok keskin bir zekanız, muazzam bir hafızanız var. 50-60 sene evvelini dün gibi hatırlayıp söyleyebiliyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bunun sırrı nedir?” diye sorduklarında Mahir Hoca “göz terbiyesi” ile ilgili çok ilginç bir cevap veriyor:

“Evladım biz Osmanlı ilk mektebine gittik. Bize ilk gün ‘yolda nasıl yürünür’, bunun kaidesini öğrettiler. Göz, ayağın ucunda olacak yürürken. Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık. Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak. Sizde hafıza olmaz. Günahı göz işler de belasını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.”

El-hakk doğrudur. Biz hafızası günden güne eriyen bir nesiliz. Değil elli sene öncesini, dünkü yediğimiz yemeği bile hatırlamayız.

Peki, göz terbiyesi sadece bundan mı ibarettir? Göz ya da bakış terbiyesi parmak uçlarımıza baka baka elde edip kemale erdireceğimiz bir durum mudur?

Başlangıç itibariyle evet ama kemal noktası için hayır. Kemale erdirmek için bakışımızı, gözü parmak uçlarından alarak gökyüzüne kaldırmak gerekir. Allah’ın güzel olarak yarattığı her şeyi temaşa etmek gerekir. Allah’ın bakın dediğine bakmak, gözünü çevir dediğinden gözünü çevirmek gerekir. Allah’ın yaratma iradesiyle insanın üretme kudretinin kesişmesi eserlere dönüp dönüp tekrar bakmak gerekir.

Gözün gördüğü çirkin şeylerden nasıl etkilenirse gönül, iyi şeylerden de etkilenecektir. O vakit gözleri kaldırıp yerden, güzel şeylere bakmak gerekir. Gözü güzel şeylerle terbiye etmek, oradan da gönüle güzellikle akmak gerekir.

Mahir İz Hoca’nın hikayesinde, uyarıcılara maruz kalarak devamlı sağa sola bakmanın hafızayı felce uğrattığı ifade ediliyor. Sağa sola bakmak, hafızayı felce uğrattığı gibi, bakılan şeyler çirkinse gözün güzellik algısını da felce uğratır. Devamlı çirkinliğe maruz kalan bir göz, çirkin şeylerden hoşlanmaya, bunları güzel bulmaya, hatta talep etmeye başlar. Çünkü görmeyle bağlantılı estetik ayarları çirkinliğe alışmıştır. Baktığı, bakışı ve görüşü çirkin olduğu için güzelliği talep edemez bir duruma gelmiştir. Güzelliği talep edemeyen ve boyuna çirkinlik üreten bir insandan da siz ne bekleyebilirsiniz? Nasıl bir gelecek üretmesini temenni edersiniz?

Bugün, karabasan gibi üzerimize çöken evlerde yaşayan, tek bir nakıştan uzak, boş boş duvarlarıyla üzerimize gelen dairelerde nefes almaya çalışan, sokağa çıktığı andan işe gidene kadar betondan fırtınalara maruz kalan, iş yerinde bol camlı, ruhsuz ofislerde mesaisini doldurmayı bekleyen insanlardan nasıl bir gelecek inşası talep edersiniz?

Okula başladığı günden üniversiteyi bitirdiği güne, orijinal, fonunda kat kat resmin dansettiği, renklerin sarmaş dolaş armoniye vasıl olduğu tek bir tabloya bakmayan, bir sanatkarın ruhunun yansıması olan çizgileri barındırmayan, ucuz kopya ve baskıların sanat adıyla hücumuna uğrayan, sanata yatırım yapmayı suyun üstüne yazı yazmak olarak gören bir nesilden, nasıl bir gelecek kurgusu sadır olur dersiniz?

Nasıl mı?

Tam da içinde bulunduğumuz gibi. TOKİ bakışına sahip, rant hayalleriyle toprağa bakan, manzaramı engelliyor diye ağaç katliamına girişen, ağaç katletmek için okul yapmayı bahane eden, tablo gibi evlerin hayalini bırak, duvarına bir tablo almayı bile hayal etmeyen insanların oluşturduğu, şehir desen şehir değil, köy desen köy olmayan yerleşim yerleri. Ne idüğü belirsiz, kimliksiz, zevksiz, dengesiz şehirler.

Bu durum, her şeyden önce insanların neyin içre olduğu bir dünyaya gözlerini açmalarıyla ilgilidir. Alışmış kudurmuştan beterdir sözünde olduğu gibi insan neye alışırsa onu ister. Onu yapar. Geçmişte dillere destan şehirler, sokaklar ve evler yapmış oluşumuz bunun en güzel kanıtıdır. Ecdadımız o kadar güzel evlerde ve sokaklarda açıyordu ki gözlerini, ilk gördükleri şeylerden son gördüklerine hep güzelliğe maruz kalıyorlardı. Duvarlardaki kalem işlerinden evlerin cumbalarına, yöreye göre taş, ahşap, tuğla ya da kerpicin kullanıldığı, yüzde yüz doğal evlere, yeşilin bin bir tonu ve ağacın bin bir görümüyle bir sanat eserini andıran semtlere maruz kalıyorlardı. Şimdi soruyorum sizlere:

İlk nefesten son nefese gözünüzün güzelle terbiye edildiği bir dünyada nasıl olur da çirkin bir şey isteyebilir ve onu üretebilirsiniz?

Üretemezsiniz. Nitekim mimar Cengiz Bektaş anlatıyor…

“…Sevgiyle, içtenlikle doğallıkla gerçekleştirildikleri en küçük ayrıntılarından belli olan Antalya evlerinden birinin 80’lik ustasıyla konuşuyordum… Sordum:

‘İş size nasıl gelirdi? Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?’

Anlattı:

Bir kişi ev yaptırmaya karar verdi mi, sora araya bulduğu ustanın evine bir çuval buğday yollarmış. Usta böylece o kişinin kendisine bir ev yaptırmak istediğini anlarmış. İş yapmaya gönlü varsa, yapabilecek durumdaysa, alıkoyarmış buğday çuvalını… Böylece yaptıracak olanla yapacak olanın aileleri arasında gidip gelmeler başlarmış.

Usta iyiden iyiye tanırmış işvereni… Hali vakti yerinde mi, kaç çocuğu var, başka olacak mı? İşveren de ustaya, istediği evle ilgili düşüncelerini aktarırmış… Kimi isteklerini de, daha önceden bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek aktarırmış:

‘Bak böyle bir şey istiyorum’ ya da, ‘Şuna benzesin ama şurası da şöyle olsun!’

‘Ya kötü bir şey gösterirse?’ dediğimde aldığım karşılık da ilginçti:

‘Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.’”

Cevaba bakar mısınız? “Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.”

Yani gördüğü bütün evlerin güzel olduğunu söylüyor usta. İşverenin gözünün, Türk Evi’nin birbirinden güzel ve hepsi yüksek standartlar üzerine inşaedilmiş örnekleriyle terbiye olduğunu ve onun çirkin olan bir şeyi isteyemeyeceğini söylüyor.

Öyle değil midir sahiden? İnsan emsaller üzerinden algı oluşturan bir varlıktır. Kötüyü ya da çirkini istemesi için ona muhatap olması gerekir. Aksi takdirde nasıl isteyecek? Hayatı boyunca renk, doku, biçim, malzeme ve tasavvur itibariyle yüksek ve güzel olana muhatap olmuş birisi nasıl biçimsiz, renksiz, dokusuz ve malzeme seçiminin önemsiz olduğu bir şeyi isteyecek? Mümkün değil.

Bugün istiyorsak, muhatap olduğumuzdan. Çirkin olana boyun eğdiğimizden. Gözümüzün ya da gönlümüzün güzel olandan bihaber yaşamasından. Bakışlarımızın anbean katliama uğramasından.

Ama nereye kadar? Bu beden ve ruh, bu kadar çirkinliği nereye kadar taşır?

Baki selamlar!