Cengiz Aytmatov, “Gülsarı” isimli romanında bir yılkı atının hayatını konu alarak, Rusya’daki komünizm çıkmazını anlatır. Roman kahramanı olan harika bir tay, dağlarda hür bir şekilde koşar, taze otlarla beslenir ve kar sularından doyasıya içer. Büyür, gelişir ve göz kamaştıran bir at olur. Yılkı çobanlarının dikkatini çeken ve dizginlenerek ehlileştirilen bu at, demir bir gem ve dizgin takılmasına güçlükle alışmış olsa da, dağlarda arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı için mutludur. Bu güzel ata sahip olmak isteyen çiftlik şefi, at ile kurduğu gönül bağına aldırmaksızın Gülsarı’yı yılkı çobanının elinden değil, sanki kalbinden çeker alır. Gülsarı bundan böyle alelade bir eğer üzerinde oturan şişman bir biniciye hizmet eder. Dağlarda serbestçe koşmayı özleyen Gülsarı her fırsatta yularını koparır ve dağlardaki arkadaşlarının yanına kaçar. Atı zapt edemeyen şef, bir gün hiç gözünün yaşına bakmadan Gülsarı’yı iğdiş eder. Zapt edilemeyen at hadım edilmiş ve dağlara kaçma arzusuna dizgin vurulmuştur. Yıllar birbirini kovalar ve yaşlanan bu asil at enerjisini, coşkusunu kaybetmiş halde ve bir at arabasını çekerken dermansızlıktan yere düşer ve can çekişir…
Hür düşünen her bir çocuk adeta gemsiz, yularsız ve eğersiz koşan bir yılkı atı gibidir. Okul öncesi dönemdeki çocuklar hayal gücü ve üretkenlik bakımından bir yılkı atına benzer. İlkokul 4. ve ortaokul 5. ve 6. sınıfa kadar devam eden bu coşku, ergenlik çağlarında arkadaş baskısının ve sınav maratonunun etkisiyle kısmen dümura uğrar. Gençlik yıllarında da bu ehlileşme süreci sosyalleşme adıyla kısmen devam eder. Üniversite yıllarının sonuna doğru hayatın baskısını ağır bir şekilde hisseden gençler yaşama enerjilerini kaybetmeye başlar. Ancak hayattan ne istediğini bilen az sayıdaki genç, arzu ettiği bir işe başladığında yeni bir coşku ile çalışıp taze bir başlangıç yapabilir. Gençler zamanla ve çalışma hayatında karşılaştıkları zorlukların bellerini bükmesiyle yorulmuş ve küsmüş bir şekilde verimliliklerini kaybetmeye başlar.
Burada cevabını aramamız gereken soru, gençlerin coşkularını ve yaşama enerjilerini ortadan kaldıran ve onları bezginliğe atan sebeplerin neler olduğudur.
Seminerlerimde ve derslerimde karşılaştığım gençler çoğunlukla şunu soruyor: “Kaybettiğimiz özgüveni nasıl kazanabiliriz?” Ruhlarının adeta delik deşik olduğunu ifade eden gençler, hem evde hem de okullarda “Sen yapamazsın, başaramazsın, otur, sus, aptal(!), geri zekâlı(!)” gibi sözlere muhatap olduklarını söylüyorlar. Yetişkin olana kadar karşılaşılan bürokratik engelleri de ilave ettiğimizde kendi insanımıza kendi elimizle adeta bir deli gömleği giydiriyoruz. İş hayatına başlayan gençler kanun, yönetmelik, kural ve kaidelerin bir kırbaç gibi kullanılması, ön yargılar ve uygulanan mobbinglerle adeta zihinsel olarak iğdiş ediliyor. Böylece insanımız özgür düşünme ve üretme yeteneğini kaybediyor. Fakat asıl kaybeden ülkemiz oluyor.
Gençler, yılkı atlarının dağlarda özgür bir şekilde koştuğu gibi, düşünce vadilerinde doludizgin hayal kurmak için, zihinlerini kaplayan kabukları kırmalıdır. Bu da, beyinlere demirden bir gem gibi takılan korkulardan oluşan prangalardan kurtulmakla mümkündür.
Gençler ancak ideoloji gömleğini yırtıp atarak hür düşünebilir. Gençler, zihin ve kalplerindeki büyük patlamayı, yalnızca Hak namına düşünüp kimsenin adamı olmamak suretiyle yapabilirler. Korku, endişe, menfaat beklentisi, rahat düşkünlüğü ve ideal eksikliği, zihinsel ve duygusal üretimi engeller.
Genç adam, endişe duymadan düşün ve üret, çünkü Allah rızka kefildir. Kimseden korkma, çünkü ecel birdir ve değişmez. Allah her şeye kadirdir ve O (cc) istemeden kimse sana zarar veremez. Çok çalış, çünkü “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39)