Bugün yaşadıklarımızın üzerinde “geçmişin güçlü eli” mutlak bir şekillendirici, yönlendirici olarak vardır. Şimdiki nesillerin yönlendirdiğini zannettiği pek çok sosyal hadise, işte bu “görünmez el” ile şekillendirilmektedir.

Biraz farklı bir noktadan çıkışımızı yaptık ama bu yazının kapsamının da, hacminin de, konunun felsefi tarafını ortaya koymak için yeterli olmayacağının bilincindeyiz. O nedenle birde sorumuzu sorup, François DOSSE’nin de çok ilham verdiği yazımızı, asıl mecrasında akıtmayı deneyeceğiz.

Ölüler dirileri öldürür mü?

“İnsanın içindeki toplum”dan ilerlediğimizde yani dedelerimizden miras olarak devraldığımız ve sosyal bilimlerin pek çok konusunu ilgilendiren şey, bizim bu soruya doğru bir cevap verebilmemiz için son derece anlamlıdır. İşte o zaman “ölülerin aslında dirilerden daha kuvvetli” olduğunu göreceğiz. Acı ama onların aslında dirileri nasıl hâlâ öldürdüğü gerçeğini açık olarak müşahede edeceğiz.

Taa hilkate giderek örnek zeminini içinden çıkılmaz yapmaya gerek yok. Dedelerimizin, daha yakın zamanlardaki dostluk ya da düşmanlıklarına bakmak kâfidir. Meseleye Kudüs özelinde baktığımızda konuyu biraz daha somuta indirmiş olacağız.

Eğer tarihin bir yerinde insanoğlu Allah’ın inzal ettiği Kitabullah’ı tahrif ederek fitne çıkarmasaydı ve kendi iradesiyle “öteki” diye bir tanımlama getirmeseydi çok daha adil bir dünyadan dolayısıyla da bir Kudüs’ten bahsedebilirdik.

Ne yazık ki bu gerçeği değiştirme şansına sahip değiliz artık. Yaşandı, geçmişte kaldı ama görüyoruz ki geçemedi. Ötekine karşı uygulanan zulüm ve katliam maalesef nesilden nesle adeta bir “kan davası” gibi devredildi.

İşte tam da burada şunu ifade edelim, geçmişe giderek bu gerçeği değiştirme kudretimiz olamayacağı için daha doğuştan giydiğimiz, laf yerindeyse geçmiştekilerin torunlarına diktiği ve giymekten kaçınamayacağımız giysilerdir. Bu giysiyi bugün ne bir Hristiyan nede Yahudi değiştiremez artık.

Haçlı seferleriyle körüklenen düşmanlıkların davasının o günde kaldığını sanıyorsak çok yanılırız. Ortada zihniyetler tarihinin tekerrürü vardır; öldürülen tarafın torunu, dedesinin hesabını sormaya hâlâ devam etmektedir. Bu hesap sorma, “kuru bir can” hesabı değildir; onur, haysiyet, şan, inanç ve daha birçok değeri de içinde barındıran çok kuvvetli bir hesaplaşmadır.

Aslında bugün ki hesap, hep dünün hesabıdır neticede; bugünün hesabı da, yarın ödenecektir. Gelecek nesiller de, bundan kaçamayacaklar; ne yazık ki.

Keşke daha çok dostluk, merhamet, adalet ve insanlık bırakılabilseydi, o zaman da hiç kuşkusuz ölüler dirileri daha mutlu yaşatacaktı.

Peki, yeni nesiller çaresiz mi?

Asla öyle düşünmüyorum. Aklını, fikrini kullanan ve Allah’ın, tahrif olmamış ve kıyamete kadar kendi güvencesinde olan hükümleri etrafında meydana gelecek anlamlı bir birlik çok güçlü ilham ve umut kaynağıdır hâlâ ve kıyamete kadar.

Daha önce olduğu gibi Kudüs’ü “yoğun bakım” odasından tekrar çıkaracak olan da yine tarihin diğer “güçlü eli”dir.

Tüm bu sebeplerle, tarihin katliam üreten şer eline karşı, yaşatan merhamet eline sarılmak durumundayız.

Müslüman coğrafya, dünyaya tekrar zulmün pâyidar olamayacağını göstermek zorunda. Görünen o ki adalet ona muhtaç. Bu görevden kaçılamaz…

Oynanan oyunların hepsi deşifre olmuştur artık; Lawrence’ların hiçbir orijinalliği kalmamıştır.

Bize düşen biraz daha dikkat ve rikkat…

Merhaba! Bu köşeden bir Cumartesi günü başlayan muhabbetin, gerçek bir duygudaşlığa fırsat verdiği nice güzel dostluklara… “İnsan en çok kendine yazar” der, Cemal Kafadar. Ama okuru olmayan bir yazının da, yazarının da tanımı yoktur. Bu tanım için en az bir okura ihtiyacı var yazının; her yazı, elde bir okurla başlar yolculuğuna. İlk okuru, yazanıdır aynı zamanda. Yazının ilk okuruyla olan muhabbeti, aynı zamanda bereketi de olur inşallah… Kalp ve zihin açıklığı ile…