Türkiye’de siyasi yapı üzerine yorum yapanları incelediğimizde yukarıdan bakanı pek göremiyoruz. Genelde kendi siyasi tarafının öncelikleri ya da çekinceleri dikkate alınarak anlatılmaya çalışılıyor. Oysa Türkiye tüm dünyaya bir şey anlatıyor. Bu anlamda tüm siyasetbilimciler ve sosyologların izlemesi gereken bir değişimin öncülüğünü yapıyor. Burada değişimin kendisinden çok nasıl yapıldığına dikkat çekmek istiyorum.
Aslında dört yüz yılı aşkın bir süredir “Batılılaşma” adı altında başlayan süreç 1930’ların dünyasında bir devlet kurgusunu ortaya çıkardı. Osmanlı’dan miras kalan bu devletin kurumsal omurgası aydınlanma sonrası şekillenen kara Avrupası taklidi üzerine kurulmuştu. Aceleye gelmiş bu sistem zaman içinde kendi restorasyonunu yapamadı. Ötesinde toplumun nüvesini oluşturan kültürel ve sosyal kodlar ise “İslam” referanslıydı. Bu arada “Batı” dediğimiz yapıyı da Hıristiyanlık referanslarından ve geçirdiği tarihsel süreçten ayrı düşünemeyiz. Örneğin laiklik kavramı kilisenin engizisyon dönemindeki baskıcı, hatta vahşi uygulamaları karşısında toplumu ve devleti korumak amaçlı geliştirdikleri bir yöntemdi. Bu konu bu köşede tartışılmayacak kadar uzun bir içeriğe sahiptir. Sözün kısası, biçilen kıyafetle toplumun yapısı arasında doku uyuşmazlığı vardı. Devlet ise bu uyuşmazlıkları zaman içinde çözmek ve çözümler üretmek yerine, katı bir duruş sergileyerek kendini önceledi. Devletçi politikalar zamanla bastırılmış ama gittikçe keskinleşen bir ayrışmaya neden oldu.
Genelde toplum devlet ilişkileri açısından baktığımızda önce kuramlar oluşturulmuş. Bu kuramların devlet ya da sistem şeklinde uygulaması ise ya kanlı devrimler ve büyük halk hareketleriyle ya da egemenlerin tepeden inme güçleriyle olmuştur. Bunlar olup biterken hem insanlığın canı yanmış, toplumlarda ya da devletlerde ağır travmalar oluşmuştur. Bu travmalardan oluşan yaraların hala dünyada tam tedavi edilebildiğini de söylememiz mümkün değildir.
İşte 2002 yılından beri düşünülen ya da söylenenin tam tersine Türk insanı başka bir şey yapıyor. Çatışmadan, anarşist ve ideolojik sapmalara girmeden, devletin kurumsal yapısına ve üzerinde kurulu olduğu vatana zarar vermeden sistemi değiştiriyor. Ancak bu değişimleri devrimsel bir yıkımla değil küçük ve zamanlanmış restorasyonlarla gerçekleştiriyor. Bunu kendi içinden çıkardığı yönetenleriyle yapıyor. Böyle deyince benimle tartışanların, bunun tersini savunarak bu değişim ve dönüşümü iktidarın yaptığını iddia etmelerini normal karşılıyorum. Ama bu iktidar kim, kimlerden oluşuyor, nereden geldiler, güçlerini nereden alıyorlar gibi soruların cevabında ben bu milleti ve onun engin ferasetini buluyorum.
Kısaca bu millet bir partiye oy vermiyor. Onun “PR” çalışmaları vs. çok da önemli değil. Hani televizyon yorumcuları diyor ya, kendini iyi anlattı anlatamadı… İnanın önemli değil. Çünkü bu millet kendine oy veriyor. En büyük projesi ise kendi içinde var olan doğulu ya da batılı diye tam tanımlayamayacağınız potansiyelle bütün deneyimlerini de gözeterek bir “öz”e yürüyor. Onca algı operasyonu, medya, loca efendileri, terör bu nedenle bu hareket karşısında çaresiz kaldılar. Bundan dolayı beklenilen iktidar yıpranması bir türlü gerçekleşmiyor.