Şöyle bir komplo teorisi geliştirelim: Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek’in aynı zamanlarda ve aynı mekânlarda bir araya gelmesi bir güç tarafından daima engellendi. Birine ‘saf’ İslamcı, diğerine az/biraz Kürtçü İslamcı, diğerine ise zaman zaman Türkçü İslamcı yaftaları yapıştırıldı. Bu yaftanın derin terziler tarafından dikildiğini şimdilerde anlıyoruz. Buna mukabil -misal- Fethi Gemuhluoğlu başka bir kampın ideoloğu, kanaat önderi olarak tanımlandı ve öyle konumlandırıldı; Nurettin Topçu ve daha başkaları da…

Böl-parçala-yönet sistematiği Soğuk Savaş’la başlayan bir gelenek. Bizde her zaman başarılı oldu. Aynı inanç grubundan gelenler arasına öyle nifak tohumları ekildi, küçük fırça darbeleriyle öyle farklı renkler ilave edildi ki, hakikatle uğraşmak ve ihya etmek yerine teferruat kuyusunda çırpınıp durdu düşünce dünyamız.

Ahmet Kabaklı ‘öbür cephe’, biz nasıl ‘bu cephe’ olabiliriz!

Dündar Taşer’in, hadi bırakalım Nurettin Topçu’nun hayal ettiği Türkiye ile ‘bizim’ hayal ettiğimiz Türkiye arasında nasıl bir fark vardır Allah aşkına!

Ya da Necip Fazıl ve Sabahattin Zaim’in hayal ettiği Türkiye?..

Öyle bir ayrışma diskuru çektiler ki, bir taraf ötekine hiç düşünmeden ve utanmadan “köksüz ve ruhsuz” diyebildi.

Entelektüel kapasite düşmüş, adam başına düşen yazar sayısı üç iken ikiye inmiş ise böyle olur.

Bir ailenin büyüğü ölünce miras üçe bölünürse mi daha çok işe yarar, yoksa on üçe bölününce mi?

Elbette üçe bölününce…

Entelektüel sermaye bölünüp, parçalanıp dağıldıkça etkisi de azaldı. Yani servet birikimi işe yaramaz hale geldi.

Dinlemedik, okumadık, takip etmedik.

Miras bölündü, kaynak kurudu. Hepimize kurumuş bir vaha kaldı. Bunun da büyük etkileri oldu.

Düşünün…

1950’ye kadar Türkiye neredeyse iki kutuplu. 1960’a gelindiğinde bu yapı giderek güçleniyor ve özellikle ‘sağ’ siyaset fikri toplum tarafından benimsenip ideal haline dönüştürülüyordu. Bir operasyona ihtiyaç duyuldu ve Menderes’i ipe götüren darbe planlandı. Ardından güya çok partili döneme geçildi. Blok halindeki ‘sağ’ Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş ve Süleyman Demirel arasında bölüştürüldü. ‘Sol’ CHP ise 12 Eylül’e kadar korundu, pek bölünmedi.

1970’li yılların ortalarından itibaren iki büyük sağ ‘ideoloji’, yani Ülkücüler ve Akıncılar, ortak düşmanı/ hedefi bırakıp birbirine pusu atar, öldürür hale gelmişti!

Yani şöyle düşünün: MHP ile MSP arasındaki itilaf, CHP ile aralarındaki husumet ve ihtilaftan daha derindi.

Bu başarılı operasyonun iki nedeni vardı:

Birincisi, Soğuk Savaş düzeninin devam etmesi.

İkincisi ise, blok haline gelmiş ve giderek güçlenen ‘sağ’ın bölünmesi.

Bugün Türkiye siyasetini yüzde 50 artı 1’e getiren süreci ve AK Parti ile MHP arasındaki ittifakı anlayabilmek için yakın geçmişi hatırlamamız gerekiyordu; bunca söz israfını o yüzden yaptık.

Yüzde 50 artı 1’in getirdiği en köklü değişiklik, iktidarın parlamentodan ayrılması olacak. Meclis sadece yasama görevini yürütecek.

Türkiye’de iktidarı artık ‘sağ blok’ belirleyecek. Veya ‘sağcılaşmış sol blok’… Çünkü siyaset kurumu 1950’ler düzlemine yani aslî yatağına geri dönecek.

50 artı 1’i isteyen siyasetçisi -sağcı ya da solcu hiç farketmez- camide görünmedikçe, şehit cenazesine gitmedikçe, fakir-fukaraya dokunmadıkça, ‘yerli’ olmadıkça güreşe doymayan mağlup pehlivan gibi kör atın kösteğine dolanıp ömür tüketecek.

Ne kadar Kemalist olursa olsun, en azından, her hafta cuma namazında görünmek zorunda kalacak. Bu millet onu camiye girip çıkarken görecek.

En önemlisi ise…

Parlamento artık iktidar üretmediği, sadece yasama yaptığı için daha etkili bir çalışma yürütecek. Tabii, bu konudaki yasalar çıktığı takdirde.

Sağ kendi arasında, sol kendi arasında ittifak yapmak zorunda kalacak. Bunun başka çaresi yok. Ufak partilerin hiçbir etkisi kalmayacak. Çünkü varlıkları iktidarı etkilemeyecek.

Nasipse gelecek yazıda devam edelim…