2001 Yılı meş’um Şubat ayında birileri çıkıp “Kıbrıs’a denizin altına döşeyeceğimiz borularla 2015 yılında su göndereceğiz” deseydi, herhalde gülme krizine girerdik. Vazgeçtim boğazın altından metro yürütmeyi, “milli gelirimiz 10 bin dolar olacak” denilse tepinerek kahkahalar atardık. İstanbul-Ankara arası hızlı trenle 3 saate düşeceğini söyleyen birileri olaydı, onlara akl-ı evvel, meczup muamelesi yapmaktan kaçınmazdık. “İstanbul’dan çıktın mı bölünmüş yollardan, tünellerden vızz diye 4-5 saatte, hiçbir çift şeritli yola girmeksizin Antalya’ya varılacak” dense, bunu söyleyene başka bir gezegenden gelmişçesine bir şaşkınlıkla bakardık. “İzmit Körfezine köprü yapılacak, artık şu feribotlarda sıra bekleme dönemi bitecek, isteyen İzmir’e 3,5 saatte inebilecek” deseydi biri, öcü sanıp üç buçuk atabilirdik. Savunma sanayinde %85 seviyelerinde olan dışa bağımlılığımızın %35’lere düşeceğini, kendi tank, helikopter ve uçağımızı yapacağımızı dile getiren birileri olsa tanıdığımız bir psikiyatr tavsiye etmekten çekinmezdik. Hastanelerin böylesi nezih ve insani şartlarda hijyene haiz olarak hizmet vereceğini iddia etseydi birileri ve birileri araba ve ev almanın bu kadar kolaylaşabileceğini söyleselerdi o günlerde zekâmızla dalga geçtiği savıyla hadise çıkarabilirdik.
Bu şekilde sayfalarca yazmak mümkün ve hepsi biz yaşarken tam da gözlerimizin önünde oldu. O günlerde doğan bebekler şimdilerde 14-15 yaşındalar ve belki de bu satırları okuduklarında bir anlama güçlüğü içersine girebilirler. “Nasıl yaaaa?” şeklinde nida atmaları da mümkündür. Bir milyar dolar borç alabilmek için IMF yalaması olduğumuz günlerden bahsediyorum, devletin memur maaşlarını deprem yardımlarıyla ödeyebildiği günlerden… Ülkenin tüm dengesinin dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı arasındaki niza nedeniyle yerle bir olabildiği zamanlardan söz ediyorum, hayal ya da kurgu mahsulü uyduruk vehimlerden değil, gerçeklerden.
Geçenlerde bir arkadaşımla muhabbet ederken 22 yaşındaki yeni üniversite mezunu olan oğlu da geldi ve bizimle bir müddet oturup sohbetimizi şaşkınlıkla izledi. O esnada 28 Şubat döneminde bu ülkede yaşananları konuşuyorduk. Üniversite öğrencisi genç kızların sırf başları kapalı olduğu için üniversitelerde maruz kaldıkları iğrenç muamelelerden söz ederken Yağız- arkadaşımın oğlu- ‘’ Yaa Saim amca ben bunları hiç bilmiyordum, inanamıyorum yaaa’’ şeklinde bir tepki verdi. Öyle ya, bu gençler özgürlüklerin alabildiğine genişlediği bir iklimde yetiştiler ve hep böyleydi sanıyorlar. Demek ki, AK Parti’nin bu gençlere ulaşıp neler olup bittiğini tam manasıyla anlatamamış olmak gibi bir sorunu var. Bu bir handikap ve üzerinde gerçekten durulmayı gerektiriyor. Haydi, duralım o zaman ve AK parti iktidarları döneminde refah seviyesi bunca gelişmiş gençlere nereden nerelere geldiğimizi hakkıyla anlatma seferberliğine girişelim. Ülkemizin aydınlık geleceği için hepimizin üzerine düşen bir zorunluluk bu. Bir parti ve iktidar meselesinden çok daha elzem bir sorumluluk. Üzerimize çöken karabulutları dağıtmak için de vazgeçilmez bir çıkış yolu. Ben olsam AK Parti’nin yerinde, bu kampanyanın konseptini tamamıyla gençler üzerine kurardım.
Cumhurbaşkanımızın söylediği söz çok doğrudur; ‘’Eşşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri’’ Ancak, anlatılamamış ve bilinememiş eser henüz eser değildir. O halde hep birlikte anlatalım, sıkılmadan yorulmadan ve bir daha o kahredici günlere dönmemek adına en büyük
güvencemiz olan gençlerimizi aydınlatalım. Bu bir fantezi değil, başka seçenek kabul etmeyen hayati bir gerekliliktir.
Selam ve dua ile…