Yeryüzüne en kıymetli mahlûk olarak yaratılıp gönderilen insanoğlu, kendisine bahşedilen bu nimetten dolayı, önemli bir imtihana tabi tutulacağı çok açıktır. Zira nimet-külfet dengesi bunu gerektirmektedir. “Biz insanı en güzel şekilde yarattık;” (95 Tîn 4) “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık;” (17 İsra 70) “ O, göklerde ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır”(45 Câsiye 13) vb. ayetler, bu gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durum aslında kendisi için ikinci bir nimettir. Zira insan, imtihanı kazandığı zaman da,ebedî bir saadete nail olacaktır.

Ancak bu iş öyle kolay olmamaktadır. Çünkü bu sınavın gerçekleşmesi için, onun başına çöreklenmiş bir nefsi vardır ki o kendisine,  “dâimâ kötülüğü emredicidir.” (12 Yusuf 53) Ayrıca atası Âdem Aleyhi’s-selâm’dan itibaren kendisine düşman olan bir de şeytanı vardır insanın. İşte bunlarla yapacağı büyük bir savaştan sonra başarılı olursa, ebedî cennet ve nimetlere mazhar olacaktır.

Bu önemli sınavın kendi başına ve kendi halinde olmayacağı da malûmdur. İnsan, topluluklarla yaşaması gereken bir mahlûktur. Doğacak, büyüyecek, delikanlı olacak, evlenecek, iş-güç ve çoluk-çocuk sahibi olacak, ev, araba ve daha neler neler alacak vesaire… Bütün bunlar cemiyet hayatı içerisinde meydana gelen şeylerdir. İşte imtihan da böyle gerçekleşir.

Bazen iki küçük çocuğa şahit olursunuz. Oyuncak oynamaktadırlar. Ama bir ara bir kavga başlar. Şaşırırsınız. Sebep nedir dersiniz. Bakarsınız ki “benim,” “hayır, senin değil benim” kavgası. İşte insan kendisini hemen burada ele verir.

Hep böyle geçer insanoğlunun hayatı. Nefsi kendi tarafını tutar. Başkasını düşünmek istemez. Ama onu Yaratan bundan razı olmaz. Çünkü hakkından başkasına uzanmasını asla istemez. Aynı zamanda kulunun cehenneme gitmesini arzu etmez. İşte bunun için Yüce Yaratıcısı, onu başıboş bırakmamış, kendisine peygamberler ve kitaplar göndermiştir:

“Siz zannediyor musunuz ki, Biz sizi boş yere yarattık ve Bize hiç döndürülmeyeceksiniz?” (23 Müminun-115) buyurmuştur. Rabbi Kendisine ibadet ve kullukla yönelmesini, bu yolla nefsini terbiye etmesini, bu vesileyle şeytanın tuzaklarına düşmemesini; Rabbinin ve kulların haklarını gözetmesini emreder.

Ama yukarıda da değinildiği üzere bu öyle kolay olmamaktadır. “Rabbimizin korudukları müstesnâ”, herkes zor bir sınavdan geçer. Çünkü alacağı mükâfat da o derece kıymetlidir. Anne baba çocuğu ile daha sonra çocuk anne babası ile eşler birbirleri ve her kişi herkes ile imtihan olunur. İnsan malı sever, menfaatine düşkündür. Rabbimiz şöyle buyurur: “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (3 Âl-i İmran 14.)

Şüphesiz ki insan, önce iman gerçeğiyle imtihan edilecektir. Yukarıda işaret edildiği üzere, nice önemli nimet ve servetle donatılan insan, önce kendisini yoktan var eden ve bu nimetleri kendisine bahşeden Rabbinin varlık ve birliğine; eşi, benzeri ve ortağı olmadığına iman edecek ve bu inancıyla kurtuluşun ilk adımını da atmış olacaktır. Ama imandan yoksun olan insanlar, bu imtihanı baştan kaybetmiş durumdadırlar. Onlar kendilerince topluma yönelik düsturlar koysalar bile, bu onlara sadece dünya adına bir yaşama kolaylığı getirecek, diğer âlem için ise, hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar sadece dünya adına çalıştıkları için, kendileri dışındaki insanların hukuku diye bir şey tanımazlar. Hatta onları sömürmek suretiyle hayatlarını müreffeh bir şekilde yaşamanın gayreti içerisinde olurlar. Dünya onların zulmüyle inlese bile hiç umurlarında olmaz. Tıpkı bugünkü gibi. Ancak iman eden insan, asla böyle düşünemez. O, her bir inanmış kimsenin hakkını düşündüğü gibi, gayr-i müslimin hakkını da düşünmek mecburiyetindedir. Zira bu konuda o, herkese, Allah’ın bir yaratığı gözüyle bakar.

İman Etmiş Kimseler

Yüce Rabbimiz : “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır,”(49 Hucurat 13) buyurur.

İşte ölçü: Takvâ.

İnsanlar, milletler ve kabileler şeklinde yaşarlar. Her birisinin kendine has ırkı, dili, kültürü vardır. Ama hiçbir toplum ya da fert diğerinden üstün değildir. Üstünlük ancak Allah’a bağlılıktadır.

Kişi iman etmekle ilk sınavı vermiş ve öne geçmiştir. Ancak bununla kalamaz. O yine imtihana tabidir. Bu sınav Kur’an-ı Kerim’ de açık bir şekilde şöyle dile getirilir: “İnsanlar sırf `inandık’ demekle; hiçbir sınavdan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar? Biz onlardan önceki kuşakları sınavdan geçirdik. Bu sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler ile yalancıları kesinlikle belirleyecektir.”(29 Ankebut 2-3)

Burada nefis ve şeytanla mücadele gündeme gelir. Bu, topluma da yansır. İstekler, arzular, menfaatler, sevdikleri ve onların ihtiyaçları, bu imtihanın içeriğini oluşturur. İşte burada İslâm’ın o eşsiz hükümleri gündeme gelir ve onu insanca yaşamaya, gerçek bir insan olmaya, ebedî cennet, nimet ve Cemal-i İlâhiyi kazanmaya aday kılar. Bunun için de, onun en güzel örneği “Âlemlere Rahmet, Rasûl Muhammed” (s.a.v.)’dir.

O; aile, arkadaş, cemiyet hayatıyla ve devlet idaresiyle her kesime ve herkese en güzel örnektir. “And olsun ki, sizin için, sizden Allah’a ve Âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için, Allah’ın Rasûl’ünde en güzel örnekler vardır.”(33 Ahzab 21) O halde O’nun hayatında bizzat tatbik ettiği kulluk örneğini hayatımıza yansıtmaya çalışırsak, iyi bir insan olma, “insan-ı kâmil” olma özelliğini de elde etmiş oluruz. Şüphesiz bu, Rabbimize ve insanlara karşı olarak önce ikiye ayrılacaktır. Eğer kul Rabbine karşı sorumluluğunu özde hissedecek ve buna uygun bir tarzda yaşayacak olursa, kullara karşı da aynı hassasiyeti gösterecektir. Çünkü Yüce Allah’a bağlılığını samimiyetle yerine getiren bir insan, O’nun tarafından yaptığı her şeyden hesaba çekileceğini bilerek yaşar. Ama O’na bağlılıkta aksaklık yapan kimse, kullara karşı da yanlışlar yapacak demektir. 

Müslümanların Hakları

Toplum hayatında yaşayan herkes birbirinin haklarını gözetmek ve riayet etmek mecburiyetindedir. Bu manada gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde pek çok bilgi ve uyarılar mevcuttur. Zira bu, insan olma ve insanca yaşamanın bir gereğidir. İnsan aynı zamanda,bu haklardan hesaba çekilecek bir konumdadır. İşte şu hadis-i şerif bu gerçeği açıkça beyan eder:

 “Kıyamet gününde haklar, sahiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.”(Müslim, Birr 60)

Görüldüğü üzere “hak” öylesine geniş bir konudur ki, hayvanları bile kapsamıştır. Bu ise adalet-i ilahinin nasıl da ince hesaplara dayandığını göstermektedir. Rabbimizin bu konudaki açık emri ise, ne kadar önemlidir. Örneğin en kıymetli değer olan can konusunda şöyle buyurur: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır.”(5 Maide 32)

Ayrıca azaya karşı azanın kısas yapılmasına hükmeden Rabbimizin emri şöyledir: “Orada (Tevrat’ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına kefaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir.”(5 Maide 45)

İşte bakış açısı. İnanmış bir kimse insanların canına, malına ırz ve namusuna asla zarar ver(e)mez. Allah’ın koyduğu kanunlar bu çerçevededir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de, Veda Hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır: “Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.”

Ancak yukarıda izah edildiği üzere, ne yazık ki, nefsini terbiye etmeyen bir kimse, Müslüman kardeşlerine eziyet edebilmekte, onlara rahatsızlık verebilmektedir. Hâlbuki “mü’minler ancak kardeştir.” Kardeşliğin gereği hayata geçirilmelidir ki, gerçek bir mü’min olunabilsin. Ona zarar verici şeylerden uzak durulmalı, eğer bir sıkıntı olmuşsa o da giderilmelidir.  Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”(49 Hucurât 10)

Aslında Allah korkusu bu dertlerin en güzel ilâcıdır. Zaten yukarıda geçtiği üzere de “üstünlük ancak takvadadır.” Ne ırkta, ne mal ve evlâtta, ne makam ve mansıptadır. Yine Efendimiz (s.a.v.) Veda Hutbesinde şöyle buyururlur:  “Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”

Müslüman, Müslüman Kardeşine Zulmetmemelidir

Zulüm adaletin zıddıdır. Adalet, bir manada her şeyin yerli yerince hakkını vermektir. Bu tarife göre gerek insan ve gerekse eşya için ne gerekiyorsa, o yerine getirilmelidir ki adalet yerini bulsun. Yoksa zulüm ortaya çıkar ki, gerek fert ve gerekse toplum olarak herkes bunun altında ezilir gider. Cenab-ı Hakk da bu durumdan asla razı olmaz. Zira O, kâfirde de olsa, adaleti sever.

Kâinatın Serveri (s.a.v.) Efendimiz bu konuda şöyle uyarırlar:

“Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr 56)

İnsan günah işleyerek kendisine zulmeder. Bunlar Rabbine yönelik olduğu gibi, kullara yönelik de olabilir. Bu ise, daha büyük bir önem arz eder ki, buna “kul hakları” denir. Öteden beri “kul hakları”  hassas insanları hep korkutmuştur. Aslında kısas hükmünde de bu gerçeği görmekteyiz. Kul haklarına riayet etmeyen insan, iflâs etmiş bir konuma düşer. Bir gün Allah Rasûlü ashabına şöyle sual eder:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

– (Ashab-ı Kiram) Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Rasûlullahsallallahu aleyhi ve sellem:

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir,” buyurdular. (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2)

İşte hakka riayet etmemenin sonucu. O dehşetli günde bu hali bir düşünelim. Rabbimiz hepimizi muhafaza eylesin!

Bunun için Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz, bizleri şöyle uyarırlar:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Eliyle göğsüne işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hakir görmesi yeter.”(Tirmizî, Birr 18)

O halde kişi Müslüman kardeşini hor görmemelidir.Bir diğer hadis-i şerifte ise;

“Allah Teâlâ bana: Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiç kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiç bir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın diye vahyetti,”(Müslim, Cennet 64) buyururlar.

İşte İslâm’ın inceliği ve hassasiyeti. Hangi sistemde olabilir kibu? Biz hamd ediyoruz Rabbimize ve yeniden şehadet ediyoruz şu gerçeğe: “Şüphesiz Allah katında Din, İslâm’dır.”(3 Âl-i İmran 19)