Hüseyin Atlansoy’un “Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi” şiirinin girişi şöyledir:

“Bir örnek giysili efendileri beklemekten yorgun/Fincan gibi turtularının gülümsemesi yani Afrikalı/Artık kimseler gelmiyor; Cezayir yabancı dil kursu/parmaklarını taklatınca kuşları havalanmıyor bella’nın/Gece uçuşuna çıkamıyor azizler gece kuşları suskun/sigarasını tüttürüyor mısırlı üstüne Ortadoğu’nun/Efendi efendi hani kul köle korkutan seni/Ki bir balkon çıkmazında güneşi seyrediyor/Özgür atılımlarıyla sersefil gece ve zenne/Hintyağı akışında boyun eğişini ölümlerin…”

Şiir böylece devam edip gider…

Efendiler hep efendidir bu dünyada, köylüler hep köylü. “Köylü milletin efendisi” filan değildir. Çünkü milyonlarca köylü, binlerce efendiyi doyurmak için ömrünü feda eder. Çünkü milyonlarca köylünün oyu ile binlerce efendinin oyu aynı değildir!

Afrika köylüdür, Avrupa efendi. Zenciler köylüdür, Amerika efendi. Uygurlar köylüdür, Çin Efendi…

Köylü bilmez, efendi bilir. Köylü düşünemez, çünkü köylüdür. Efendi düşünür onun yerine. Efendinin düşündüğünü uygular köylü. Efendi ölmez, köylü ölür. Köylüden efendi olmaz. En çok ağa olur, reis olur…

Köylüyü toprakla eşitleyen bir tarih algımız var. Toprakla birlikte alınıp satıldı. Hatta işe yarar hayvanlardan bile daha değersiz olduğu dönemleri oldu.

Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” şiiri aslında bir kanon duruşunun dışa yansımasıdır. Köylülüğü inceden inceye ti’ye alır, ironik bir üslupla eleştirir ve aslında nefret eder köylülükten. Şiirden yüzünü çevirdiğinde öldürmek istediği köylünün yetiştirdiği domatesi yer, kümesten çıkardığı yumurtaya yumulur, ineğinden sağdığı sütü sömürür.

Erbaş “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” diye sorduktan sonra şöyle devam eder: “Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır/Değişen bir dünyaya karşı/Kerpiç duvarlar gibi katı/ Çakırdikenleri gibi susuz/Kayıtsızca direnerek yaşarlar/Aptal, kaba ve kurnazdırlar/ İnanarak ve kolayca yalan söylerler/Paraları olsa da/Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır…”

‘Aptal, kaba ve kurnaz’ köylü domatesi iki liraya üretir. ‘Geri zekâlı, sünepe’ komisyoncu aynı domatesi 5 liraya hale satar. Haldeki ‘gariban’ efendi sözü edilen domatesi 8 liraya son satıcıya ihale eder. Altın muamelesi gören domates bizim soframıza on beş liraya gelir.

Köylü kurnazdır. Fiyat veremez. Anlamaz o işlerden. O henüz güneşi görmeden çiftine-çubuğuna, bostanına gider, akşam güneş batmaya yüz tutarken evine döner. Yağmur yağar mı yağmaz mı, gübre alabilir mi alamaz mı? Bunları düşünebilir sadece. Kendisi için değil, hâşâ!.. Tek derdi vardır, efendilerine mahcup olmamak…

Siyasetin köylüleri vardır, efendileri de…

Bürokrasinin köylüleri vardır, efendileri de…

Askerlerin, üniversitelerin, yargının da…

Bürokrasinin ya da siyasetin efendileri yüklerini tutarlar. Oturmadıkları makam, görmedikleri memleket, tatmadıkları keyif kalmaz. Ama bu sınıfın köylüleri, efendileri rahat yaşasın, mutlu olsun diye ne uzar, ne de kısalırlar. Onların varlık sebepleri efendilerini omuzlarında taşımaktan öteye geçmez. Hadleri yoktur, geçemez. Emeklilik ikramiyeleri ile varsın ev, araba alamasınlar. Öldüklerinde cenazeleri bir fukara evden alınıp, mahallelinin tekbir sesleriyle şehrin taşrasındaki bir küçük mezarlığa defnedilsin. Yeter ki efendilere zeval gelmesin. Yeter ki incinmesin efendiler!..

Eski ‘kutsal’ Türkiye’nin efendilerinin tamamı ölmedi, yaşıyor. Milletin olanı alıp millete teslim ettikçe ciyaklamaları hakir gördükleri, itip-kaktıkları köylülerin artık efendiliğe erişmelerinden… Askeriyede, siyasette, ekonomide, sanatta, edebiyatta… Toplumun bütün değer üreten katmanlarındaki kaşıntının nedeni bu…

Ama bir şeyi unutmamamız lazım…

Köylülük mübarektir. Köylü gerçekten milletin efendisi olmalıdır.

Köylü iken efendi olanları bekleyen en büyük tehlike ise enaniyet, kibir ve gururdur. Dikkat etmek gerekir. Bu mayınlı arazi iyi tanınmalıdır. Yoksa bir zamanlar, gece-gündüz buğzettikleri, yaka silktikleri efendi bellediklerine benzeyeceklerse…

Bırakalım bütün köylüler yine köylü kalsın…