Doğu Akdeniz’deki gerilim, Güney Kıbrıs ile Mısır arasında 17 Şubat 2003 tarihinde imzalanan “Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması” ile başladı. Türkiye ve KKTC’nin Birleşmiş Milletler nezdinde yaptığı tüm itirazlara rağmen Rum Yönetimi 2004 yılında AB üyesi olmanın verdiği gücü de arkasına alarak, Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarına devam etti. Ayrıca Kıbrıs adası için tek taraflı belirlediği deniz sahalarını parsellere ayırarak bu parselleri, uluslararası lobi gücü yüksek enerji firmalarına ruhsatlandırdı.

Rum Yönetimi tüm bu adımları “adanın tek yasal otoritesi” olduğunu ileri sürerek attı. Ancak tüm dünyanın da bildiği gibi fiili durum böyle değil. Ayrıca uluslararası hukuka göre doğal kaynaklar milletlere aittir. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler’in de bu kaynaklar üzerinde, hukuki ve doğal meşru hakkı bulunmaktadır. İşin tuhaf yanı ise, Rum Yönetimi’nin bu hakkı inkâr etmemesine rağmen kullanılmasına müsaade etmemesidir. Daha kötüsü bu konuyu müzakere dahi etmeyeceğini ilan etmesidir. Bunun manası şu, “Kıbrıslı Türkler doğalgaz gelirlerinin paylaşımından pay alacaklar ama ben onlara ne takdir edersem!” Böyle bir hakça paylaşım modeli olur mu?

Gerçi tartışmayı sadece gelir paylaşımı üzerine çekmek çok sığ bir davranış olur. Zira gelir paylaşımı son aşama. Bunun öncesinde, doğal kaynakların yönetimi üzerinde anlaşmak gerekiyor. Nitekim bu noktada da Kıbrıslı Türklerin ya da onların yasal temsilcilerinin rızalarının alınması hukuki bir şarttır. Peki bu neden yapılmıyor? Uluslararası hukuk ve doğal hukuk dikkate alındığında ortada bariz bir yetki ve hak gaspı söz konusudur. Dolayısıyla ivedilikle bu ihtilafın çözülmesi icap eder.

AB ve ABD yöneticilerinin, yarım asrı geçkin bir süredir Kıbrıslı Türklerin gasp edilen siyasi, sosyal ve ekonomik haklarına ilişkin bir çağrıda bulunmadan, sadece Türkiye’yi “Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi içerisinde yasadışı sondaj faaliyetleri yapmakla” suçlamaları ya da her fırsatta Türkiye’yi, “Kıbrıs’ın egemenliğine saygı duymaya” davet etmeleri, uluslararası hukukun iyi niyet ve hakkaniyet kuralları çerçevesinde değerlendirilebilir mi? Ayrıca bu taraflı siyasi tavır, var olan gerginliğe adil bir çözüm sunabilir mi?

Tüm bunlara ilave olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de kendi kıta sahanlığının da ihlal edildiğini ifade etmektedir. Demek ki sorun, sadece Kıbrıslı Türklerin haklarıyla ilgili değil. Ortada ciddi bir egemenlik tartışması vardır ve bu sorun çözüme kavuşturulmadan gerilimin düşürülmesi mümkün değildir. Tüm tarafların kendisini haklı gördüğü durumlarda tek seçeneğin savaş olduğu söylenir.

Bu seçenekten ziyade müzakerenin tercih edilmesi daha insani bir yol olmaz mı? O halde yapılması gereken, BM gözetiminde ortak bir komisyon kurulmasıdır. Komisyon uygun bir çözüm bulana kadar taraflar karşılıklı bir şekilde sondaj faaliyetlerini askıya alarak süreci yumuşatabilirler. Makul olan Türkiye ile Yunanistan’ın, Rumlarla Türklerin ortak çıkarlar etrafında buluşturulmasıdır. Bunun aksine AB’nin yaptırımları yoluyla Türkiye’yi dize getirme stratejisi de doğru bir seçenek değildir. Çünkü işin bir de NATO, terör ve düzensiz göçle mücadele ve Rusya yönü vardır.