Yaklaşık yirmi yıl kadar önceydi. Üniversite ikinci sınıfta okuyordum. Bir vesileyle Ankara’ya, yaklaşık otuz kişilik bir arkadaş grubu ile gitmiştik. Birkaç ziyaretten sonra, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Görmez hocayı ziyaret edecektik. Programlarımızın yoğunluğu sebebiyle ziyaret akşam vaktine kalmıştı. Mehmet Görmez hoca hiç tereddüt etmeden hiç tanımadığı otuza yakın genci evinde o gece ağırladı. Kıymetli eşi o kadar kişiye kendi elleri ile çay ikram etti. Uzun ve keyifli bir sohbet olmuştu. Mehmet hocamız bizlere Ankara İlahiyat öğrencilerinden bir grup ile yapmış oldukları ilmi çalışmaları anlatmıştı. Kendisiyle aynı kaygıları taşıyan birkaç akademisyen arkadaşı ile beraber, Anadolu’nun farklı illerinden gelen öğrencilere barınma ve burs imkânı sağlamakla kalmamış; onların ilmi çalışmalarını destekleme ve tamamlama adına bir akademisyen için en önemli şey olan vakitlerini hem de hiçbir dünyalık menfaat beklemeksizin harcamışlardı. Bizlere çalışmanın ana hatlarını ve usulünü uzun uzun anlatmıştı. Söz konusu çalışmada yer alan öğrencilerden birçoğu bugün farklı alanlarda akademisyen olarak kıymetli çalışmalar ortaya koymaya devam ediyorlar. Biz o gece gideceğimiz üniversitelerde benzer çalışmalar yapmanın azmi ve niyetiyle çıkmıştık Mehmet hocanın mütevazı ve muhabbetli evinden.
Yıllar sonra, Mehmet Görmez hocamızın ismi Diyanet İşleri Başkanlığı için teklif edilmişti. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto gelmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı engellenmişti. Bu milletin sevgisine mazhar olmuş ve teveccühünü hak etmiş her er kişinin veto yemesinde olduğu gibi o gün de şaşırmamıştık. Gün oldu devran döndü, iklim değişti, makamların mukimlerle kaim olmadığı anlaşıldı ve Mehmet hocamız Diyanet İşleri Başkanı olarak göreve başladı. Diyanetin yapısal ve kurumsal birçok iç meselesini halletti. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında onlarca ülkede çok hayırlı çalışmalara imza attı. Türkiye’nin Diyanet İşleri Başkanlığı, dünya üzerinde bir marka ve güç olma yoluna girdi. Ancak bu saydıklarım çoğu kimsenin pek haberdar olmadığı konulardı. Bunların ötesinde bizler Mehmet hocamızı ilmi, tevazusu, samimiyeti ve hep bize tebessüm edip içimizi ısıtan, bize güven veren yönleriyle tanıyorduk.
İsimlerini yazmaya kalksam yazının yekûnunu tutacak çevreler, Mehmet hocanın hangi çalışmaları niçin yaptığını çok iyi bildiklerinden kolları sıvadı ve Mehmet Görmez hocayı yıpratma senaryoları uygulanmaya başlandı. Binmediği arabasından kalmadığı lojmanına, vermediği demeçten okutmadığı hutbeye her şeyi didik didik edip onu yıpratmaya çalıştılar. Tarihin hiçbir kesitinde secdeye giden alınlarımıza yarenlik etmeyen bu çehrelerin ve çenelerin sözleri bizleri etkilemedi. Sonraları bir başkaları, lakin bu kez abdestli namazlı olanları Mehmet hocayı hedef aldı. Hocanın ilmine ve şahsiyetine söz söyleme şecaati ve cesameti olmayanlar “reformist” ve “FETÖ’cü” iftiralarının arkasına gizlenip halkı ve siyasileri etkilemeye çalıştılar. “Kulis” yaptıklarını sanıyorlardı lakin yaptıkları düpedüz “haysiyet cellatlığı”ydı.
Bu aşamadan sonra hepimizin bildiği süreç yaşandı ve Mehmet Görmez hocamız Diyanet İşleri Başkanlığı görevinden ayrıldı. Bizlerin hatıralarında, bir seher vakti sabah namazında Eyüp Sultan Cami mihrabında, bir cuma vakti Kudüs’te hutbede, bir işgal gecesi cami minarelerinde ve meydanlarda adaleti ve hakkaniyeti lisanı hal ve lisanı kal ile anlatan bir “mümin” olarak yer etti. Kuran’a ve sahih sünnete yaptığı çağrı en çok biz Müslümanlar’ı rahatsız etti belki. Çünkü hiçbirimiz henüz bu çağrıya kulak verme cesaretinde ve derecesinde hissetmiyorduk kendimizi. Bundan sebep olsa gerek, onun çağırdığı yere gitmektense kendi bulunduğumuz yere çektik onu, hani şu çok iyi olduğumuzu düşündüğümüz yere. Hani karşımıza aldığımız kişi, bulunduğumuz yere düşmemek için oyundan çıkınca kendimizi galip saydığımız şu meşhur zemine.
Allah, Mehmet Görmez hocaya geçmişte göstermiş olduğu hayırlı amellerin bereketi ve samimiyeti sebebiyle sadece bu millete değil, bu milletin izdüşümü olan memleketlere de manevi olarak diyanet riyasetini nasip etti. Bu millete de yüz yılın sonunda Mehmet Görmez gibi bir diyanet reisini görmeyi…
Mevla’m, yapmış olduğu hizmetlerini ahseni kabul ile makbul eylesin. Bundan sonra da kendisinden istifade edebileceğimiz imkânlar nasip etsin.
Mehmet hocamızla evindeki ilk görüşmemizden yıllar sonra yine bir ev ortamında bir arada olma fırsatı olmuştu. Henüz geldiği Türkmenistan ziyaretiyle ilgili sohbet ediyordu. Orada karşılaştıkları bir olayı bizlere şu şekilde anlatmıştı:
Türkmenistan’da araba ile yol alırken uzaklardan bir deve sürüsü gördük. Sürüye yaklaşınca arkadaşları durdurup “deve çobanına selam verelim” dedim. Orta yaşını geçmiş yaşlı sayılacak bir adamdı. Selam kelam faslından sonra tanıştık ve sohbet uzadı. Çoban konuştukça ilminin derinliği ortaya çıkıyordu. Bunun üzerine şöyle dedim: “Bu deve çobanlığı işi zor bir iştir, bu yaşta bu işi yapman zor gelmiyor mu, gençler yok mu bu işi yapacak. Bir de sahip olduğunuz bu ilimle neden deve çobanlığı yapıyorsunuz da başka bir şekilde değerlendirmiyorsunuz?”
Adamın Mehmet Görmez hocaya verdiği cevabın etkisi hâlâ hocanın üzerindeydi. Ben de bu satırları yazarken deve çobanın o cümlesiyle her hatırladığımda olduğu gibi bir kez daha ürperdim. Çoban şöyle cevap vermiş Mehmet hocamıza:
“Deve çobanlığı, Hz. Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) yaptığı bir iştir. Dolayısıyla sünnet bir meslektir. Bizler Efendimiz’in mesleğini öyle önüne gelen herkese yaptırmayız. Kişi, ilmen ve ahlaken liyakatini ispat ederse ancak bu sünneti yerine getirebilme imkânı yakalar.”
Sünnet işleri geçtim, farzları; ilmi ve ahlaki tekâmülü geçtim ilmi hal kadarıyla bilen adamlara tevdi etmedikçe daha çok güderler bizleri step çöllerinde deve misali…