Türkiye geçtiğimiz Pazar günü yerel seçimler için sandık başına giderken Tunus’ta da Arap Birliği Zirvesi yapılıyordu.

“Araplar Tunus’taki zirveden daha çok Türkiye’deki seçimleri takip etti” desek yalan olmaz.

Zirveye katılan liderlerden biri de Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamed  Âl Sâni idi.

Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu’l-Gayt’ın açılış konuşmasında Türkiye ve İran’ı suçlamasına tepki gösteren Âl Sâni, açılış oturumunun hemen ardından zirveden ayrıldı.

Ebu’l-Gayt’ın yaptığı yetkisini aşmaktan ve terbiyesizlikten başka bir şey değil.

Normalde Arap Birliği Genel Sekreteri’nin birliğe üye ülkelerin ortak görüşleri doğrultusunda konuşması gerekir.

Fakat Arap Birliği uzunca bir süredir Mısır Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir birim ve Ebu’l-Gayt da o birimin görevli memuru gibi çalıştığı için ortaya çıkan durumu çok fazla yadırgamamak gerekiyor.

Ebu’l-Gayt ayrıca Tzipi Livni’nin yakın arkadaşı ve İsrail’in Gazze Şeridi’ne açtığı savaşı alkışlayan bir politikacı olarak tanınıyor.

Arap sokağı, şu anki haliyle Arap Birliği’nden herhangi bir hayır gelmeyeceğinin farkında.

Tunus’taki zirveden yine koltuklarına gömülmüş ve derin bir uykuya dalmış liderlerin görüntüleri yansıdı.

Dolayısıyla Arapların Tunus’taki uyku seansını izlemek yerine Türkiye’deki seçim heyecanını takip etmeleri gayet normal.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Türkiye’ye yeminli düşman olanların bile – her türlü çamur atma çabalarına rağmen – ülkemizdeki demokratik yarışı gıptayla izlediklerine eminim.

Çünkü bölgede bir başka örneği yok.

Halkın oyunun hiçbir değerinin olmadığı, krallıklarla ve diktatör rejimlerle yönetilen ülkelerle dolu bir coğrafyada Türk halkının gösterdiği takdire şayan demokratik olgunluk ilham vermeye devam ediyor.

Türkiye’de tek adam diktatörlüğü olduğundan söz edenler Ankara ve İstanbul’daki seçim sonuçlarına sevinseler de geçmişteki iddialarının tamamen çöpe gittiğinin ve rezil olduklarının farkında değiller.

Seçimlerin büyük bir katılım oranıyla tamamlanmış olması ve hatta muhalefet lehine bir takım usulsüzlükler yapıldığı iddiaları bile Türkiye’de resmi Arap medyasının tasvir ettiği gibi bir baskı rejimi olmadığının göstergesi.

Türkiye için en büyük iki tehlike, aşırı derecede kutuplaşma ve seçim sistemine duyulan güvenin yok olmasıdır.

Demokratik yarış içerisinde belirli bir düzeyde kutuplaşma ve gruplaşma olması doğaldır.

Fakat bunun keskinleştirilmemesi gerekir.

İkinci ve daha büyük tehlike ise sandığın hakem olmaktan çıkmasıdır.

Çünkü halk iradesinin tecelli ettiği seçimler devreden çıkarsa geriye sorunların çözümü için – Allah korusun – kavga, kan, gözyaşı ve dış güçlerin müdahalesi kalır.

Demokratiklik ve şeffaflıkta birçok Batı ülkesinden dahi ileri düzeyde olan seçim sistemimizi gözümüz gibi korumalıyız.

Halkın sandığa güveni zedelenmemeli.

Seçimlerde az ya da çok usulsüzlükler görülebilir.

Bunlara itiraz da hukuki bir haktır.

Vatandaşın oyunu korumak için yasal yollarla sonuna kadar mücadele vermek gerekir.

Bununla birlikte seçim sistemimize sistematik bir şekilde yöneltilen şüphe uyandırma girişimlerini de göz ardı etmemeliyiz.

Yüksek Seçim Kurulu partilerin itirazlarını görüşüp karara bağlayacak.

İtirazlar neticesinde sonuçlar değişebilir ya da değişmeyebilir.

Bu süreçte de tüm gözler ülkemizin üzerinde olacak.

YSK’nın nihai kararına saygı duyup yolumuza devam etmeliyiz.

Türkiye’nin süreçten yüzünün akıyla çıkacağına ve yine büyük bir olgunluk ve demokrasi dersi vereceğine inanıyorum.