Bölgemiz, Amerikan/İsrail terör saldırısı altında.
Bu bağlamda Türkiye de elbette ki kritik bir süreçten geçiyor.
Savaşın kapımıza dayandığı bu süreçte “iç cephenin” tahkimi büyük bir önem taşıyor.
29 Ekim resepsiyonunda bu hususa özel bir atıfta bulunan Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu sözleri, meselenin ehemmiyetini açık bir şekilde gösteriyor zaten.
“İç cepheyi sağlam tuttukça ne terör örgütleri ne de onları besleyip semirterek üzerimize salan şer güçleri emellerine ulaşamayacaktır!”
*
Erdoğan, aynı günkü konuşmasında Devlet Bahçeli’nin istisnasız herkesi afallatan çıkışına, “devlet aklı” tanımlamasıyla destek vermekle kalmadı ve AK Parti grup toplantısında; “Cumhur İttifakı ortağımız MHP'nin tüm vücudunu taşın altına koymasıyla büyük bir imkân ele geçirdik. Bu fırsat penceresinin, iç cepheyi güçlendirme fırsatının, millet ve milletin meşru temsilcisi siyaset kurumu tarafından iyi değerlendirilmesi gerekiyor…” diyerek meseleye yaklaşımını net bir şekilde ortaya koydu.
*
İktidarın bu meseleye dair tavrı hayli net iken muhalefetin kafası da bir o kadar karışık.
Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Bahçeli, savaşın kapımıza dayandığı mahut süreçte devlet adamlığının gereğini yerine getirerek muhtemel bir krizde “iç cepheyi” sağlam tutabilmek için ne gerekiyorsa onu yapmakta kararlı…
Gelişmelere bu açıdan bakıldığında görülen şudur; devlet gücünü ve sorumluluğunu elinde tutan iktidar, ülkeyi fırtınalı bir sürecin sonunda sahil-i selamete çıkarabilmek ve yaslandığı millet iradesinin tüm dinamiklerini harekete geçirebilmek için “tartışmalı” görünen en hassas noktalara bile temas etmekten çekinmiyor.
Bu yüzden de iç ve dış unsurları değil, doğrudan milleti muhatap alıyor.
*
Buna mukabil muhalif cephe ne yapıyor dersiniz?
Hakkını teslim etmek gerekirse CHP genel başkanı, başlangıçta makul bir pozisyon aldı.
Lakin klasik Özgür Özel ikircikliği çok geçmeden kendini gösterdi ve radikal bir biçimde tekrar “ajitatif” tarzına rücu etti.
*
Konunun asli muhataplarından DEM’e gelince…
Bahçeli’nin, açık havada gök gürültüsünü andıran çıkışı en çok DEM’i şaşkınlığa uğrattı.
Tabir caiz ise bir anda grogi duruma düştüler ve paniklediler.
Herkes bilir ki DEM, kritik hadiseler söz konusu olduğunda bir “özne” olarak hareket etme yeteneğine sahip değildir.
Çok uzun bir zamandan beridir Kandil’in kuklası konumunda olan bu sözde parti, esasen terör örgütünün meclisteki uzantısından başka bir işleve sahip değildir.
Adaylarını bile Kandil belirler ki bu husus defalarca kanıtlandı.
*
PKK, görünüşte “önder” merkezli bir terör örgütü…
Kandil, bu örgütün silahlı terör unsuru…
KCK ve DEM ise sözde sivil ayağı…
Örgütün sahibi ise herkesin bildiği gibi Öcalan…
*
Bu, kâğıt üzerindeki görüntüsü elbette.
Apo’nun bizzat Amerika tarafından paketlenip Türkiye’ye gönderilmesiyle birlikte bu paradigma değişti.
Başından beri örgütü kontrol eden Amerika, o tarihten itibaren ‘Öcalan’sız örgütün idaresini fiilen ele aldı ve bununla da yetinmeyip Kandil’in yanında bir de örgütün Suriye kolu olan YPG’yi ihdas etti.
*
Abdullah Öcalan, tabandaki bir kısım insanlar için hâlâ “mitolojik” bir mahiyet taşıyor olsa da örgüt nezdinde işi bitmiş, hükmü kalmamış bir öznedir.
Bunu, kendisinin “çözüm sürecinde” çok net bir biçimde inisiyatif aldığı hâlde Kandil ve HDP tarafından buruşturulup çöpe atılmasında görmüştük hep birlikte.
Kandil ve HDP, Amerika’nın talimatıyla masayı devirmiş Apo’yu bütünüyle etkisiz hâle getirmişti.
*
Çoğunluk unutmuş görünüyor lakin bir de 2019 yılında da benzer bir hadise yaşanmıştı.
Kandil ve HDP, açık bir biçimde CHP’yi (yani İmamoğlu’nu) destekleyeceğini deklare ettiğinde Öcalan, kardeşi vasıtasıyla “HDP’nin tarafsız kalması” talimatı göndermiş ve fakat ne Kandil ne de HDP zerre kadar ciddiye almamıştı bu açıklamayı.
Hatta Kandil, “önderlik esaret altındadır, bu sözleri baskıyla söylemiştir” mealinde sözler sarf ederek bu “yok saymayı” ete kemiğe büründürmüştü.
*
DEM, Apo’nun, “imkân verilirse silahları susturabilirim” beyanatıyla Kandil’in “kesinlikle silah bırakmayacakları” açıklaması arasında kalmış durumda...
Son tahlilde Kandil’in emrine uyacakları kesin olduğu için, Apo’nun, bir konuşma yaparak “silahları bırakın” çağrısı yapma ihtimalinden ödleri patlamaktadır.
Zira böyle bir durumda Apo’yu üçüncü kez boşa çıkarmak zorunda kalacaklar fakat bu kez halkın tamamı ve PKK sempatizanları bu gerçeği tüm yönleriyle net bir şekilde görmüş olacak.
Böyle bir gelişmenin akabinde örgütün önemli ölçüde taban kayması yaşaması ve radikal bir biçimde birkaç parçaya bölünmesi de kaçınılmaz olacaktır…
*
Bana öyle geliyor ki Cumhurbaşkanı’nın “devlet aklı” diye nitelendirdiği olgu, Türk’üyle Kürt’üyle milletin tamamının bu hakikati tüm çıplaklığı ile görmesini istiyor.
Böylelikle herkes, örgütün bir Amerikan aparatı ve Mossad tetikçisi olduğuna yakından tanıklık edecek ve ilerideki muhtemel bir krizde saflarını buna göre belirleyecektir.
Yoksa zerre kadar irade sahibi olmayan DEM’in ve şu an bütünüyle Amerikan kuklası olan Kandil’in böyle bir gelişmeye müspet yaklaşması imkân dâhilinde değildir.
İzleyip hep birlikte göreceğiz…