İslam tarihi çoğunlukla sadece İslam’ın geliştirici özelliğinin gerçek hayatta gerçekleştirilmesi değildir. O aynı zamanda bu düşüncenin anlaşılmamasının, ihmalin, aldatılmasının ve kötüye kullanılmasının tarihidir de. Bu bakımdan her Müslüman halkın tarihi, parlak başarılarının dizini olduğu kadar, aynı zamanda esef verici batıl düşünce ve yenilgilerin tarihidir. Bütün birim siyasi ve ahlaki başarı ve başarısızlıklarımız gerçekte sadece bizim İslam’ı kabulümüz ve onu hayata geçirmemizin yansımasıdır. İslam’ın, halkların gündelik hayatına olan etkisinin zayıflaması her zaman sosyal ve siyasi kurumlar ve insanların aşağılanması ile sonuçlanmıştır.

(…)

Rasulullah’ın (s.a.v.) vefat ettiği 632 senesinden 100 sene geçmeden, İslam’ın manevi ve siyasi hakimiyeti, bir taraftan Atlas Okyanusu ile Hind Nehri ve Çin, diğer taraftan Aral Gölü’nden Nil Nehri’nin aşağı kısımlarına kadar muazzam bir bölgeye yayılmıştı. Suriye 634, Dımeşk 635, Ktesifon (Fars/Sasani İmparatorluğunun başkenti) 637, Hind ve Mısır 641, Kartagina (bugünkü Tunus bölgesi) 647, Semerkand 676, İspanya 710 yılında fethedildi. Müslümanlar 717 senesinde İstanbul önlerinde, 720 senesinde Güney Fransa’da idiler. 700 senesinden itibaren Şantung’da (Çin) camiler vardı. 830 senesinde ise İslam Java’ya ulaştı. Ne daha evvel ne de saha sonra kıyaslanabilecek derecede, görülmemiş bu örnek fetih, daha sonra İslam medeniyetinin üç kültürel dairede gelişmesi için zemin hazırladı: İspanya, Ortadoğu ve Hindistan.

Bugünkü dünyada Müslümanlar neyi ifade ediyor? Soru bir başka şekilde de sorulabilir: Ne ölçüde Müslüman’ız?

Bu soruların cevapları birbiriyle ilişkilidir. Biz esir durumdayız, (…) eğitimsiziz, (…) fakiriz, (…) bölünmüş bir topluluğuz.

(…)

Bu öyle bir haldir ki, bazıları haklı olarak bunu ‘İslam’ın gecesi’ olarak adlandırdı. Aslında bu gece bizim kalplerimizde akşam karanlığı olarak başladı. Daha evvel bize ne olduysa ve bugün her ne oluyorsa sadece içimizde cereyan eden şeylerin tekrarı ve yansımasıdır.

Çünkü biz Müslümanlar olarak esir, ümmi ve kavgalı olamayız. Biz ancak İslam’ın mürtedi olarak öyle olabiliriz. İlki Uhud’da, sonuncusu Sina’da gerçekleşen bütün yenilgilerimiz bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Çoğunlukla canlı ve faal hayat dairesinden, günü kurtarmacı ve pasif hayat dairesine itilmesiyle İslam’ı terk etme hadisesi, tam da İslam ideolojisi ve pratiği bakımından merkezi konumda bulunan Kur’an-ı Kerim’in örneği üzerinde açık olarak takip edilebilir.

Tespit edilmelidir ki, Müslüman halkların her kalkınması, her şerefle dolu dönemi, Kur’an-ı Kerim’in öncelenmesiyle başlamıştır. Mucizevi akışını burada zikrettiğimiz ve iki nesil dönemi içinde İslam’ı batıda Atlas Okyanusu’na ve doğuda Çin’in girişine kadar getiren erken İslam’ın genişlemesi, sadece tek örnek değil, en büyük örnektir. İslam tarihi esnasında bütün hareketlenmeler, bahsi geçen paralelliğin bu kanununu belgelemektedir.”

Aliya İzzetbegovic, İslam Deklarasyonu