Oduncudur Yunus. Ormana gider, odun toplar, dergâha getirir. Bir vakitten sonra geç dönmeye başlar, bir vakit gelir yatsı namazına yetişememeye… Bir gece gelir yine odunlarla. Dergâhın kapısında Tapduk Emre ve müritlerle karşılaşır. Yunus iki büklüm olur şeyhinin karşısında, eğer başını. “Pek bir geciktin Yunus” der Şeyh. “Odun toplar idim, anca gelebildim şeyhim” der Yunus. Sorar Tapduk: “Kaç yıldır odun taşırsın dergâhımıza? Bu dağda hiç mi eğri odun yoktur?” Yunus saygılı, başı önde ama biraz da hevesli. “Vardır şeyhim, vardır. Amma sizin dergâhınıza odunun bile eğrisi giremez.” Takdir beklemektedir Yunus. Tapduk sinirlenir: “Kaç senedir şu kapıdasın… Kaç senedir kaynarsın şu kazanda… Ama hala çiğsin Yunus… Bu ne sertlik? Bu ne çiğlik? Hala dünya kokarsın!” Kovulur Yunus dergâhtan, dünya koktuğu için…
***
İhtiyar bir derviş, yollar yollar aşar. Aradığını yalnızca o bilir. İnsan da ne ararsa onu bulur. Bir köyün yanından geçer. Gürültüler gelir kulağına. Köyün içine girer. Köylüler iki safa ayrılmış; hakaretler, ithamlar, tartışmalar, bazen yumruklar… Şaşırır derviş, üzülür, merak eder. Tam o anda yanına köyün çobanı gelir. Çoban da üzgündür. Sorar derviş: “Ne bu köylünün derdi Çoban Efendi?” Çoban, gözü köylüde anlatır: “Bir taraf diyor ki ‘Her şey O’ndandır.’ Öbür taraf diyor ki ‘Her şey O’dur.’ Başta tartışıyorlardı, zamanla hakarete döndü, en son kavgaya dönüştü. Şimdi iki taraf da birbirini kafir diye suçluyor.” Derviş vah vah eder. “Düzelmez mi? Yok mudur bir çaresi?” “Sanmam” der Çoban. “Araya küfür ithamı girdi.” “Yazık” der Derviş. “Çok yazık. Her şey O’dur diyenler yanlış yapıyor.” Çobanın gözleri açılır, uzaktan izlese de o da aynı köydendir sonuçta, tarafı vardır. “Değil mi? Değil mi? Diğer taraf da Her şey O’ndandır demeli, değil mi?” “Öyle” der Derviş. “Her şey O’ndandır demeliler.” Sonra başını çevirir Derviş, kendi kendine fısıldar: “Her ne kadar her şey O olsa da…”
****
Sırdır, gönülde saklıdır. Hiçbir kitap öğretmez sırrı, sığmaz çünkü. Lisana gelmez. Sırrı duyan kişi akıldan geçer. Sırrı ile hemhal olur. Herkes kaldıramaz sırrın yükünü. Derviş olmak gerektir, yanmak gerektir, candan vazgeçmek gerektir, en önemlisi dünya kokmamak gerektir! Aşıklar, vecd halindeyken bilirler sırrı. “Ol Çalab’umun ışkı bağrumı baş eyledi. Aldu benim gönlümi sırrımı faş eyledi.” Der Yunus. Vahdet yolundadır, sır sahibidir. İç beni hakiki mabuda ulaşmıştır. “Eğer ayine bin olsa bakan bir. Gören bir, görinen bin-bir görindi.”
Sır taşıması zordur amma sır kendini taşıtmayı bilir. Hallac sırra mazhar oldu, taşıyamadı, yaktılar Hallac’ı, sır yanmadı, külleriyle savruldu buralara kadar.
Dünya koktuk, dünya koktuğumuzdan anlayamadık. Anlamadığımızı da anlamadık. Molla Kasım gibi sigaya çektik. Ne hakikati bildik, ne haddimizi. Ne aczimizi bildik, ne idrakimizi. Payımıza Yunus’un ayağının tozunu takip etmek düştü. Yolda karşılaştık Hallac’ın külleriyle, Mevlana’nın nurlarıyla, Hacı Bektaş Veli’nin dilleriyle, Niyazi Mısri’nin gülleriyle, Beyazıd Bestami’nin halleriyle. Süleyman kuşdili bilir dediler Yunus’a, takip ettik, mademki hakikat birdir Hakk birdir, Feriüddün Attar seslendi bize kuşların diliyle. Anlamadık, dünya koktuk. Oysa bir sır ki bu anlamaz dünya kokan. Yanmak lazım, yanıp kurtulmak dünyanın kokusundan…