Bu kadar fazla ve bu kadar hızla yaşamanın insanın doğasına uymadığını düşünenlerdenim ben. Şöyle aheste bir hayat ve ağır ağır geçen ya da geçmesi gereken bir zamanda yaşamayı bu hızlı modern zamanda yaşamaya tercih ederdim. Bir şehirden bir şehre gitmek için günlerce yol gidebilirdim mesela. Birine haber ulaştırmak için mektup yazabilir, ulaşması için günlerce bekler ve sonra bir cevap için yine bir o kadar ya da belki daha fazla günü tüketebilirdim. Birini görmek için telefonu sarılıp da görüntülü arama yapmaya çalışmaz meşakkatini çekip özlediğimi gider görür gelirdim ve gerekirse bunun için bir günümü de verirdim. İnternetsiz, telefonsuz, televizyonsuz, hatta elektriksiz yaşayabilirdim. Tek katlı bir köy evinde hayatımı geçirebilir, suyu tulumbadan -hani şu eski içine önce su döküp de basıncı artırdığın ve onlarca kez hızlı hızlı kolu indirip kaldırdıklarından- çekebilir, şimdiki gibi her istediğim anda ulaşabildiğim ve onlarca olan değil de zorla ve çok az bulabildiğim kitaplar okuyabilirdim.
Bunları yapmaya bunca rahata alışmış benim gücüm yeter miydi ve bu rahatı terk etmeyi nefsim kabul eder miydi bilmem ama bir tercih hakkım olsa sanırım bunu tercih ederdim. Ya da en azından hayal kurmaya hakkım var değil mi?
…
Bunca işin gücün meşgalenin arasında insanın kaçırdığı bir şey varmış. Aslında pek çok şey varmış da bir tanesi o işte. Hep böyle miydi ve hep bu kadar fazla mıydı diye düşünüyorum. Hep bunca tükenmeyecek ve bunca bitmeyecek gibi olan bir şeyken nasıl oluyormuş da yetmiyor, yetişmiyor ve yetiştirilemiyormuş? Zamandan bahsediyorum.
Dünyaya ne kadar dalmışız biz! Ne kadar da tüketmiş ve tükenmişiz aslında. Ömür dediğimiz ne kadar kısa ama hayat dediğimiz ne kadar uzunmuş. Zaman da bir nimetmiş ve nasıl da tüketiyormuşuz üzerinden izleri silinmiş madeni paralar gibi. Ucuza gidiyormuş yani, çabuk bitiyormuş.
Kendimce bir hesap yapıyorum şimdi evde kalmak zorundayken. Hafta sonları konferanslara vesaire gitmediğimi -ki genelde hafta sonları sabah ikamet ettiğim şehirde uyanıyor öğleden sonra bir başka şehirde oluyor ve gece yine gözlerimi evimde kapatıyorum- varsayıp, akşamları da odama çekilip bir kitap yazmadığımı ya da okumak için bir kitaba gömülmediğimi düşünerek yapıyorum bu hesabı. Yani rutin bir işi olan pek çok kişi gibi düşünüyor, sabah evinden çıkıp işine giden akşam da evine dönen biri olarak hayal edip öyle söylüyorum. Bu hesaba göre günlük evde geçirdiğim ya da hane halkıyla beraber olduğum zaman sanıyorum beş saat falan. O da en fazla. Haftada bir günden biraz da fazla oluyor ayda dört bilemedin beş gün. Yılda belki iki ay…
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Anlıyorsunuz…
…
Bir gün yirmi dört saatten ve bir saat bir saatten fazlaymış.
Nasıldı o söz? Gülten Akın mıydı söyleyen?
Ah kimselerin vakti yok;
Durup ince şeyleri anlamaya…