Müslümanlar, Allah’ın (azimuşşan) indirdiği vahye ve O’nun elçisi Hz. Peygamber aleyhisselâmın buyurduğu hadislere göre bir hayat yaşarken, kendilerinden sonra gelecek olan nesillere birer ölçü olsun diye eserler kaleme almışlardır. İslam hukuku alanı, ele aldığı konular sebebiyle bu eserler arasında en geniş olanıdır. Son günlerde üzerinde sıkça durulan ve neredeyse herkesin hâlihazırdaki durumdan muzdarip olduğu “liyakat” meselesi sözünü ettiğimiz İslam hukuku eserlerinde genelde “Emanet” ve “Ehliyet” bahislerinde ele alınır. Hatta “Emanet ve Ehliyet” isminde müstakil eserler de mevcuttur.
Biz Müslümanlar’ın ecdadının bu meseleye hassasiyet göstermesinin temelinde, Allah’ın “adaleti tesis etme” emrinin izi vardır.
Dolayısıyla bizler bir makamı hak edene vermeyi “ibadet” hükmünde görürüz. Hak etmeyene bir şey emanet etmeyi de “zulüm” telakki ederiz.
Fıkıh kitaplarında emanete ehil görülen mümin zevatın sıfatları tafsilatı ile izah edilmektedir.
Müslümanlar nazarında mesele bu derecede mühim olduğundan ötürü Osmanlı döneminde kahir ekseriyetle tayinlerde liyakat esas alınmıştır. Meselâ okuma yazması zayıf olan hatta rivayete göre bu yüzden imzasını Arapça yedi ve sekiz rakamlarını yazarak atan, askeri mekteplerin kapısından geçmeyen, yabancı dil bilmeyen, Avrupa görmeyen Çorumlu Yedi Sekiz Hasan Efendi’nin terfisi böyledir. Abdülmecit döneminde erlikten çavuşluğa ardından mülazımlığa (teğmen), Abdülaziz döneminde karakol ağalığına (komutan), II. Abdülhamit döneminde ise paşalığa (general) terfi ettirilmiştir. 93 Harbi’nde ise müşir (mareşal) rütbesi ile askeri hizmetlerin en tepesine çıkmıştır.
Yedi Sekiz Hasan Paşa ile aynı dönemde yaşamış olan bir başka tarihi şahsiyetin hayat hikâyesinde de Osmanlı döneminde “liyakat” meselesine verilen önemin izlerini sürmek mümkündür. Çankırılı bir ailenin evladı olarak dünyaya gelen Ali Suavi, yaşadığı döneme göre iyi bir eğitim almıştı. Rüştiyede öğretmenlik, medresede hocalık yapmış, çeşitli memuriyetlerde bulunmuş, vaizlik yapmış, birçok kitap kaleme almış, İngilizce’ye ve Fransızca’ya gazete çıkaracak kadar hakim, Paris ve Londra’yı sokak sokak gezmiş, dünya görmüş olan Hacı Ali Suavi, meziyetleri ve kabiliyetleri itibariyle her türlü göreve “liyakat”inin olduğunu düşünüyordu. II. Abdülhamid zamanında Galatasaray Sultanisi Müdürlüğü’ne getirilip kısa süre sonra görevden alınınca rivayetlere göre bu durumu gururuna yediremedi. İslamcılıktan Türkçülüğe, Türkçülükten saltanat savunuculuğuna savrulup duran zihni onu bir serüvenin daha içine sürükledi.
II. Abdülhamid’in siyasetinden memnun olmayan Batılı devletlerin de desteğini alan Hacı Ali Suavi, tarihe Çırağan Baskını olarak geçecek darbe teşebbüsünde bulundu. Yaklaşık 200 başı bozuğun başında saraya çıkarma yaptı ve sarayı ele geçirdi. V. Murat’ı tahta getirmeyi planlıyorlardı. Ne oldu dersiniz? O sıra Beşiktaş Karakol Ağası olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın “liyakatli” tutumu ile darbe teşebbüsü akamete uğratıldı. Darbecilerin çoğu öldürüldü. Hacı Ali Suavi de, Hasan Paşa tarafından sopa ile dövülerek öldürüldü.
Yani ey kari; işin ehli, elinde en geçerli belgeleri olan değildir. Liyakatten kastımız da kariyeri en kavi olanı değildir. Evet, bunlar da belki gerekli şartlardır. Lakin liyakatte “yeter şart”; vatanına sadık, dürüst ve namuslu olmaktır. Geri kalanı birkaç hizmet içi seminerine bakmaktadır…