Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

                 -Bâkî-

Bizler bu dünyaya sahip olmaya gelmedik. En fazla şahit olabiliyoruz her ne oluyorsa cihanda. İyiyi görüyor, kötüyü görüyor ve bir yer seçiyoruz belki de kendimize. İyinin yanında olup iyiler arasında yazılmak ya da zalimlerin yanında durup, nefsimize uyup insicamı bozmak… Ve geçtiğine inanıyoruz her şeyin, geçip gittiğine, bittiğine ve tükendiğine… Bir tek O hariç, O istisna… Hal böyleyken ve tek sermayemiz ömür bile tükenirken makammış, mevki imiş, para pul imiş nasıl olsun da geçmesin, tükenmesin, bitmesin! Bitiyor, geçiyor ve tükeniyor. Biz sadece bir vakit eğleşiyoruz bu handa. Ve eskilerin hep dediği gibi ardımızda hoş bir sadâ bırakabiliyor, hayırla yâd edilebiliyor ve ismimiz geçtiğinde hiç değilse bir “Allah razı olsun” alabiliyorsak bizden daha iyisi yok diye inanıyoruz. Ve doğru olanı yapıyoruz.

Gidenin arkasından çok şeyler söylenir, ben de biliyorum. Gittiği zaman kıymeti bilinir, değeri anlaşılır, güzellemeler yazılır. Lakin bu mesele biraz farklı… Hangi mesele mi? aslında bir mesele de yok ortada, hayatın mutadı bu, başlayan her şey bitecek. Onun için bu bir itiraz, bir tepki ya da ne bileyim bir eleştiri yazısı değil. Daha ziyade bir üst paragrafta dediğim gibi bir “Allah razı olsun” yazısıdır. Mehmet Görmez Hoca’dan bahsediyorum. Görevinin bitişi, emekli oluşu, oluş şekli ve sair şeylerle ilgilenmiyorum. –en azından bu yazının derdi bu değil- Fikirlerim var elbette işin bu tarafıyla ilgili de ama net bilgilerim yok. Onun için nedendir, nasıldır, ne şekildedir tarafına bakmadan ve takılmadan sadece içimden geldiği gibi ve hissettiğim her neyse onu yazacağım ve hep de öyle yazıyorum.

Benim yaşımda olan ya da benden yaşça büyük olanlar genel olarak memlekette İslam’ı temsil eden en üst merci ve mevki olan bu makamda şimdiye değin –istisnaları elbette olmakla beraber- hep çok da bizim anladığımız dini anlatmayan, kabul ettiklerimizi, gördüklerimizi, bildiklerimizi ve hissettiklerimizi anlamayan ve bizim gibi oturup da bir mazlum için ağlamayan diyanet işleri başkanları gördüler. Hani bazılarının hangi dine ya da hangi millete hizmet ettikleri bile çok sarih değildi. İnsanlar meydanlarda başörtüsü için, imam hatipler için, ezanlar için, camiler için haykırırken, dayak yerken, coplanırken sesi bile çıkmayan, tek cümle olsun konuşmayan başkanlar gördüler. Hatta görmediler bile. Zira onlar bilmem hangi hayvanın derisinden yapılmış makam koltuklarından dahi kalkmadılar, görünmediler ve söylemediler. Lakin Görmez Hoca’nın bir başka hali vardı hep. Kudüs’te hutbe okuyor, On beş Temmuz’da memleketi salâlarla ayağa kaldırıyor, zulmün karşısında bizim gibi ağlıyordu. Bizden biri gibi, bizim gibi, babamız gibi, amcamız gibi… Biz –en azından ben- öyle hissettik. Bizim kadar ve bizim gibi. Onun için kanaatim o ki zihnimizin hep bir kenarında var olacak, hatırlanacak, hani uzak bir yerlere gitmiş yakın bir akraba gibi.

Ama ben Görmez Hoca’yı bütün güzel hasletleriyle beraber en ziyade bebeğiyle beraber katledilen bacımız Emani’nin cenazesinde gözünden akan o iki damla yaş ve dilinden dökülenlerle hatırıma kazıyacağım:

“Bir babanın hassasiyeti, bir babanın duygusallığı ne diyorsa benim sözüm odur. Bize ne oldu ki biz zalimlerin, zulmün yaraladığı mazlumun zalimi olduk. Bize ne oldu ki biz vicdanımıza ve merhametimize sığınan bebeğin katili olduk. Bunun üzerinde hep birlikte düşünmeliyiz. Buradan bütün insanlığa sesleniyorum, cenazesini kıldığımız 20 yaşındaki anne, 10 aylık bebek mi mülteci yoksa bizim vicdanımız mı mülteci. Onlar mı mülteci yoksa bizim merhametimiz mi mülteci? Bir hilalin gölgesine hepimiz sığındık. 10 aylık bebek mi sığmayacak bu tarih boyunca mazluma umut olmuş, bu güzel vatana, bu aziz vatana?”

Allah ondan razı olsun…