Mehmet Doğan hocamızdan aldığım dersi olduğu gibi yazıyorum. İnşallah istifadeye medar olur.

“Celalli bir el, bu dünyada ehl-i imanı sıkıntılara maruz bırakır. Bu sıkıntıların iki mühim faidesi vardır:

Biri: Dünyada insanın tekâmül etmesidir. Evet Rahim, Hakîm ve Vedud olan bu âlemin mutasarrıfı, insanı hasta eder, alil eder, aç eder, susuz eder, bela ve musibete giriftar eder. Bununla kulunu ikmal ve itmam eder. Mesela; masum çocuklara gelen hastalık, bela ve musibetler, ileride başlarına gelecek sıkıntılara mukavemet etmeleri için onlar hakkında bir idmandır. Mesela; hiç soğuk elemini çekmeyen bir çocuk, ileride bir soğukla karşılaşınca buna mukavemet edemeyip hemen hastalanır. Bu yüzden o çocuk, daha doğar doğmaz pek çok sıkıntılara maruz kalır. Ta ki tekâmül etsin ve hayatın zorluklarına alışsın.

Diğeri de ahirete bakar. Bunun da iki faidesi vardır:

Biri: İnsan saadet-i ebediyeye mazhar olur.

Diğeri: O insan mukarrebinlerden olur. Yani Cenab-ı Hakk’a yaklaşır, O’nun cemaliyle ve tekellümüyle müşerref olup O’nunla ünsiyet eder. Bu en büyük bir lezzettir. Ehl-i dünya ‘İşlerimi yoluna koymak için sultana yaklaşayım’ diye bütün gücünü sarf eder. Sultan isminin cüz’i bir tecelligahı olan bir sultana yaklaşmak, bu kadar değer taşıyorsa, Sultan-ı kâinata yaklaşmak, ne kadar değer taşıdığı düşünülsün.

Demek bela ve musibetler, bu dünyada tekâmül ve terakki içindir. Hakîm ismi böyle iktiza eder. Bela ve musibetlere düçar olan şu insan, ebedi bir âleme namzet, Cennet’te sultan ve Allah’ın yanında mukarreb bir memur-u ilahi rütbesiyle taltif edilecektir. Böyle bir insan, bu kadar yüksek bir makam ve mertebeyi elde etmek için, elbette ağır bir imtihana tabi tutulacaktır. Bu imtihanın gereği olarak Halık-ı Hakîm, kuluna devamlı bol rızık vermez, bazen kısar. Onu hasta eder, alil eder, sakat eder, yakınlarını öldürmekle onu mahzun eder. Bütün bunlar, onun hakkında birer imtihandır. Evet Allah, bazen insanın ciğerparesi olan evladını öldürür, babayı evlatsız bırakır. Bazen de babayı öldürür, evladını yetim bırakır.

Kardeşlerim!

İnsan bela, musibet ve hastalıklara giriftar olmazsa, zeval ve firak-ı âlemi görmezse, ölümü düşünemiyor; gaflet uykusundan uyanamıyor. Böyle bir insan, dünyaya tapar gibi çalışır, sonunda saadet-i ebediyesini kaybedebilir. Bela, musibetler ve hastalıklar onun gözünü açar, yüzünü ahiret âlemine çevirir, onunla teselli bulur. Mesela: bir mü’min kanser, hastasıdır, acıdan kıvranıyor. Veya vücudunda türlü türlü yaralar çıkmış, senelerdir onun elemini çekiyor. Veyahut ihtiyar, piri fani olmuş, hayatın bütün lezzetlerinden uzak bir şekilde yaşıyor. Bu insanlar, bu sıkıntıları çekmekle birlikte Rab’lerine itiraz etmeden, ibadetlerini de güçleri nisbetinde eda ediyorlar. İşte şu haldeki bir mü’min, Malikü’l-Mülk’e itiraz etmeden, ‘Niçin bu hastalığı bana verdin, niçin beni bu yaralarla mübtela eyledin, niçin beni erzel-i ömre te’hir ettin?’ demeden, sabır içinde şükrettiği halde sekerata girse; sekeratta, cennetteki yeri ona gösterildikten sonra, o adam dünyada çektiği bütün sıkıntı ve kederleri unutur. Şayet o anda biri ona sorsa; ‘Halin nedir, ne ile karşılaştın?’ Cevaben: ‘Ben sıkıntılıydım, hastaydım, perişandım. Bir hekim gelip bana bir tiryak verdi ve ben hastalıktan, yara ve bere içinde kıvranmaktan, ihtiyarlıktan kurtularak, otuz üç yaşında sıhhatli bir genç oldum.’ der, saadetli bir şekilde ruhunu Rahman’a teslim eder. Cenab-ı Hak, o sıkıntı ve elemleri, o ölümün acısını ebedi bir saadete kalbeder. Hem gerçekten ehl-i iman ise, bu sıkıntıları çekmişse, bir nevi şüheda hayatına mazhar olur. Kabirde ve haşirde kendisine hesap da sorulmaz. Ebedi bir cennette daimi bir saadete mazhar ve rıza-i İlahiye nail olur. Böyle bir netice az mıdır?

Cenab-ı Hak, bela ve musibetlere karşı bizlere sabr-ı cemil, ecr-i cezîl ihsan eylesin.”