Bilime dair önceki üç yazımız ile ilgili yorumlar ve yapılan bazı eleştiriler hala bin yıl öncesinin esaslı tartışmaları konusunda mesafe kat etmede nasıl da zorlanıldığı, hatta geriye gidildiği izlenimini uyandırıyor. Duyu organlarına güvenilerek bilim yapılmasını nakıs olacağını din adına iddia edenler, muhtemelen tam bin yıl önce dönemin üniversitelerinde bilginin kaynağı olarak “havâss-i selîme, haber-i sâdık ve akl”ın; bugünkü ifadeleriyle duyular, vahiy ve akıl olarak tartışılıp kaynaklara kaydedildiğinden habersizdirler. Diğer bir ifadeyle, bilimin ampirik/pozitivist bilgi edinme usullerinden en temel olan yolu olarak duyu organları kanalıyla bilgiye ulaşma en fazla kabul gören yollardan biridir.
Bilim, hayatın içinde zannettiğimizden daha fazla yer tutan ve yaşadığımız teknolojik gelişme süreçlerinin de dayandığı önemli bir dayanak ve motive edici bir unsurdur. Bilime hak ettiğinden fazla değer vermek, onu bir tabu veya modern puta çevirmek hayatın külli anlamını kavrayamamaktır. O, insanın önünde eğileceği modern bir put değil, insanın önünde eğilmesi gereken bir araçtır.
Yaygın ideolojik hastalıklardan birisi, bilimi, vahyin karşısındaymış gibi göstermek veya vahiy karşısında bilimi değersizleştirmek tam anlamıyla “sapı samana karıştırmak” demektir. Kaynak ve kulvarları farklı olan; biri gökyüzünün bütün evrene olan bakışı ve reçetelerini içeren vahiy; diğeri ise yeryüzünde yine Külli iradenin fizik kuralları gibi ilk andan itibaren ortaya koymuş olduğu doğal kurallar zinciri ve bu kuralların birbiriyle olan ilişkileri (sünnetullah/adetullah). İlki diğerini kapsayan iki ayrı varlığı, aynı kulvarda yarıştırmaya kalmak at ile bir çekirgeyi yarıştırmaya kalkışmak kadar mantıksız ve abes bir uğraş.
Bu anlamda, kapsam ve alanı oldukça dar kalan ve eşyaya dair objektif bilgiyi ampirik ve pozitivist usullerle üreten bilim, bugün hayatın her kesitini bir şekilde ilgilendiriyor olsa da dar bir alana ilişkindir ve kesinlikle profandır. Yani gündelik veya dünyevidir. Hayata rengini veren, inanç, iman, vecd, huşu, merhamet, vefa, aşk, zerafet, şiir, resim veya nefret, korku gibi hal ve olgular, bilimin doğrudan konusunun içinde değildir ve sübjektif olarak görülürler.
Hâlbuki vahiy, külli iradenin evrene ve yeryüzüne yansıması; hayata, sosyal ilişkilere ve eşyaya dair objektif ve aynı zamanda sübjektif (öznel) bir perspektiv ve tasavvur da sunar. Eski ifadelerle söylersek bu perspektif meselenin künhüne dairdir. Yani özüne ve ruhuna ilişkindir.
Vahyin perspektifi, eşyanın suret ve yansımalarının ötesinde, bütün varlığın ruhu ve özüyle de ilgilidir. Ancak vahiy, eşyanın ve varlığın dış fenomenleriyle de ilgilenir. İnsana, ağaca, aya, yıldıza, güneşe, örümceğe, bala, zeytine, güneş ve ay tutulmasına atıfta bulunur. Onları, yaratıcının birer ayet ve işareti olarak insanın dikkatlerine sunar. Bununla da kalmaz; “oku” ayeti ile başlayıp onlarca defa “düşünmez misiniz” “akl etmez misiniz” gibi ifadelerle ve “bilenle bilmeyeni bir tutmayan” (Zümer; 9)” ifadeleriyle ilim/bilimi hayatın gündeminin dışında tutmaz. Tam aksine, dikkatleri oraya çevirir.
Vahiy ve sünnet, bilimin sunmuş olduğu bütün fırsat ve imkânları ve buna bağlı teknolojik gelişmenin aranıp bulunması gerekir. Vahiy, objektif ve pozitif bilginin yanında “hikmeti” de hadisteki ifadesi ile “yitik mal” olarak aramaya yönlendirir.
Doğu felsefesinin bilim/ilim konusunda kıskanç bir sahipleneciliğinin olmadığını ve üretilen değerleri bütün insanlığın ortak malı olarak görülmesi gerektiğini de hatırlatmak gerekir. Şiirden buluşlara kadar “La edri” anonim üretime işaret eden bir mühürdür.
Şimdi bu konuda yukarıdaki tespitlerden sonra devam edegelen bin yıllık kafa karışıklığına nasıl yaklaşmak gerektiğine bakalım. Öncelikle vahyin genel ve külli yaklaşımının olduğu; bilimin ise evren ve hayatın bir kısmını kapsadığını fark etmek ancak bu yenilik ve değer üreten mekanizmayı asla küçümsememek gerektiğini bilmeliyiz.
Bir kere bilim yoluyla üretilen, tespit edilen, icat edilen her şey, yaratıcının başlangıçta koymuş olduğu ve bir kısmını fizik kuralları olarak bildiğimiz kurallardır. İşin en başından beri elmalar daldan yere düşer. Cisimler cesametlerine göre belirli bir hızla yere doğru düşerler. Kuşkusuz dünya kuruldu kurulalı kevnî olarak (yaratılışla ilgili) bu işleyiş bir kural olarak zaten vardır. Ama bunun adını bir fizik kuralı olarak Newton koymuştur. Suyun kaldırma gücü, bütün cisimlerinin çekim güçlerinin olması, gökcisimlerinin çoğunun yörüngelerinin olması; sosyal bilimlerden örnek verecek olursak baskıcı yönetimlerin ikiyüzlü insanların ortaya çıkarması, ekonomik güvensizliğin sermayenin yer değiştirmesine yol açması, talep ile arz arasında bir ilişkinin olması gibi eşyanın ve hayatın kuralları vardır.
Bütün bunlardan anlamamız gereken vahiy ve bilimin epistemolojik yaklaşımlarının birbirinden farklı olduğu ve yarıştırılamayacağı/karıştırılamayacağıdır.
Ancak ne vahyin bilimi, ne de bilimin vahiyi dışlaması gibi ideolojik bir çekişmenin içinde durmak anlamsızdır…
Vahyin içinde hikmet ile birlikte kadim bilgiye dayalı veya mucizevi şekilde fenne ilişkin bilgilerin de yer alması ise bambaşka bir müzakere konusudur.