“Ben, her gün İstanbul’da ışıklarda mendil satarken gördüğün ve elimin yüzümün kirine, pasına bakarak bazen iğrenerek baktığın on bir yaşındaki kız çocuğu Aden… Babamı Halep’te evimizi, ailemizi, kardeşlerimi korumaya çalışırken kaybettik. Babamdan sonra evimize ekmek getirmek için her türlü zorluğa katlanan, bizim için ölümü bile göze alan abimi, akşama kadar koşturup ancak eve ekmek alacak kadar para kazanıp şehrin bir ucundaki fırından aldığı ekmekleri bize getirmeye çalışırken yolda Katil Esed’in keskin nişancıları katletti. Küçük kardeşim, atılan fosfor bombaları sonucunda iki ayağını, bir kolunu ve bir gözünü kaybetti. En küçük kardeşim ise henüz beş yaşında ama savaşın korkusu, şiddeti ve bize yaşattıklarıyla artık normal bir çocuk değil ve hep anneme muhtaç. Annem mi? Annem ise başımızı ancak sokabildiğimiz dört duvardan ibaret bir odada bu iki kardeşime bakmak zorunda… Ben de işte buralarda sizlerden merhamet sahibi olanların vereceği üç kuruşla akşama onlara bir lokma ekmek, içecek bir şişe su götürmeye çalışıyorum. Hakaretlere, küçümsemelere, kovalanmaya alıştık da bazıları elimizdeki üç kuruşu akşamları zorla elimizden alınca çok ağlıyoruz, çünkü evde bizi aç, sefil bekleyen kardeşlerimizin o geceyi de aç susuz geçirecek olmasına katlanamıyoruz. Annemin bizi uyudu zannedip gece yarılarında hıçkıra hıçkıra ağlaması ise şu çocuk yüreğimizi bir ok gibi delip geçiyor. Çocukluğumuzu yaşamak mı dediniz? Çocuk olduğumu en son babamın saçımı okşayıp bana hediye aldığı zamanlarda hissetmiştim, sonra o kadar hızlı büyüdüm ki ben bile anlamadım. Şimdi Ramazan Bayramı geliyormuş. Kimsenin bayramında gözümüz yok, fazla beklenti içinde de değiliz. Sadece eşinize, çocuklarınıza hediyeler alıp onların tırnağına taş gelmesin diye çabalarken bizi de ara sıra hatırlayın. Bizim bayramımız karnımızın doyduğu gündür, akşama sağ çıktığımız gündür. Sizin bayramınız mübarek olsun!..”
“Ben Somalili Muhammed!.. En son ne zaman doyasıya yemek yediğimi hatırlamıyorum. Bizim yemek seçme lüksümüz yok. Bizim önceliğimiz, ölmeyecek kadar bir şeyler yiyip daha sonraki yemek için yiyecek arayışına çıkmak… Sizler, evinizde çeşit çeşit yemekler yiyormuşsunuz. Hatta yemekler tabaklarda kalıyor ve çöpe dökülüyormuş. Yemek nasıl dökülür? Bana annem, hiçbir zaman “Tabağındakileri bitirmeden sofradan kalkma!..” diyemedi. Biz hepimiz yemeği bir tabaktan yeriz ve hepimiz birer lokma alınca tabakta bir şey kalmaz genelde. Bazılarınız da çok yemekten kilo alıp sonra zayıflamak için uğraşırmış. Hani diyorum ki yemeklerinizi çöpe dökmektense, fazla yiyip kilo alıp sonra zayıflamaya çalışmaktansa yiyeceklerinizin bir kısmını bize ayırsanız. Sizin orada bir günde yediğiniz, bize buralarda bir ay yeter. Ramazan da geçti, belki açlığın ne demek olduğunu bir nebze de olsa anlamışsınızdır, bizi de unutmasanız!.. Bize her gün ramazan biliyor musunuz? Ancak bize hiç bayram gelmiyor. Sizin bayramınız mübarek olsun!..”
Mübarek Ramazan ayı yine bir hışımla geldi geçti. Bir heyecanla karşıladık; evimize, sokağımıza, mahallemize, şehrimize gerçekten bir sekinet, sükûnet, huzur getirdi.
Kimimiz yazı, sıcağı, işimizi, sağlığımızı bahane ederek Ramazan’ın hakkını ver/e/medik; kimimiz bu ramazan bitmez diye düşündük. Kimimiz ise oruçlu geçen her günün sonunda bir gün daha geçti, ramazan bitiyor diye içten içe üzüldük. Ancak ramazanın sonuna ulaşınca içimizde hep şu düşünce oldu: Ya hu daha dün başlamıştık oruç tutmaya, ne kadar çabuk geçti şu mübarek Ramazan.
Ramazan konusunda biraz daha hassas, biraz daha takva sahibi olanlarımız ise (bizim o mertebelere ulaşmamız için daha çok fırın ekmek yememiz lazım) içten içe döktüğü gözyaşlarıyla uğurladı ramazanı.
Peki, gerçekten ramazanın anlamını, ruhunu, mesajını kavramış olduk mu? Ben pek olumlu cevap veremiyorum.
Haydi bayramımız mübarek olsun!..