Bilgi bugün hala en esaslı güçtür ve daha da önemlisi bütün diğer güçleri harekete geçirebilen güçtür. Teorik olarak bilgi sonsuza kadar yenilenerek ve sentezlenerek üretilebilir.
Bilginin üretilmesi, idealist akademik amacın yanı sıra, medyayı, iç ve dış politikayı, güvenliği, sanayi ve ticareti, yerli üretimi harekete geçiren stratejik değeri olan bir araçtır da.
Bilgiyi veya bir yeniliği üretecek kişi, bu amaca farklı kanallardan ulaşabilir. Bilginin “harcıâlem” yani herkesçe bilineni, çevreden göze ve zihne; ağızdan kulağa aktarılarak öğrenilerek birikebilir. Ancak, daha karmaşık ve üst seviyedeki bilginin üretilmesinde bu yeterli olmayabilir ve iyi bir gözlem, anket veya araştırma ya da ampirik (deneye dayalı) çalışmalar daha kalıcı ve sahih bilgilerin üretilmesini sağlar.
Bilginin ilk kaynağını, zaten baştan beri var olagelen bilgi ile sonradan birbiriyle sentezlenerek üretilen bilgi oluşturur.
Baştan beri var olan bilgini teolojik kökeninde vahiy gösterilebilir. Bir de vahyin öğrettiği transandantal (aşkın) bir bilgi ve hikmet vardır. Daha deruni olan ve insanın his dünyasına, ince duygularına (ve letaifine) kadar uzayan bir alana dokunur. Bu kısım bilgiden çok insanın “sanat” boyutuna hitap eder. Bazen vahiy doğrudan doğruya da öğretebilir. (1: Ayet 31)
Baştan beri var olan bilginin ikinci kısmını ise, insanın doğumundan itibaren beş duyusu aracılığıyla çevresinden görerek, dokunarak, koklayarak, temas ederek, dinleyerek öğrendikleri oluşturur. İnsanın, ateşin sıcak, balın tatlı, şimşeğin göz alıcı, gök gürültüsünün ürkütücü olmasını yaşayarak öğrenmesi gibi. En basit ifadesiyle “duyu organları”yla erişilen bilginin, yeni sentezlerle yeni bilgilere kapı araladığını söylemek gerekir.
Konuyla ilgili diğer bir mesele de bilginin üretileceği zemin ve araçlar bahsidir. Bilginin tecrübî olarak aktarılmasındaki ilk yol “çekirdekten yetişme” veya “alaylı” olarak tabir edilen ve piyasa şartlarında yetişmiş insanların, özellikle mesleki tecrübeye dayalı öğrenme ve bilgi üretme süreçleridir. Bu bilgi, “ustadan çırağa” ve zamanla kazanılan pratik bilgiye dayanılarak tekrar edilebilir veya yeni olan üretilebilir. Demirin ısıyla ve suyla çeliklenmesi örneği gibi. Ve bu istisnai tarz bir üretimin akademik üretimden geri kalır bir yanı olmadığı gibi hakkını da teslim etmek gerekir.
Bilgi, doğru zeminlerde ve doğru usullerle üretildiğinde kabul görür. Metotsuz ve “merdiven altı” mekânlar bilgiyi ancak tesadüfen üretebilir. O halde sahih bilginin istikrarlı ve düzenli şekilde üretileceği gerçek ve saygın mekânların olması gereklidir. Bilgi üretiminin dünyada yaygın yolu olarak ve yaklaşık 200 yıldır olageldiği gibi akademik çevrelerde yapıldığını hatırlamak gerekir. Bugün de dünyada kabul gören trendin bilginin sistematik şekilde özgür akademik ortamlarda üretilmesidir.
Akademik üretimin devamının yolu, üretilenin hakkını verilmesi ve değerinin teslim edilmesi, en azından “itibar” görmesidir. Üreten kişi üretmekten mutlu olmadıkça, karşılığını maddi veya manevi tatmin olarak aldığını düşünmedikçe üretimin yolları dolaylı olarak tıkanmış olur. Sonuçları bununla da sınırlı kalmaz, üretimi teşvik etmeyerek kestirmeci bir “köşe dönücülüğün” ve fırsatçı bir kopyacılığın yollarını açmış oluruz.
Sahih (hakiki, gerçek) bilginin üretilmediği ortam gelişimin düşmanıdır. Derin ve sahih bilginin üretilmediği ortam, her konuyu kenarından bilen, ama aslında hiçbir konuyu derinlemesine bilmeyen “şarlatan” ve “laf ebelerinin”, göz boyayıcı illüzyonistlerin ortamı olur.
Demagoji ile köpürtülen laf kalabalıkları, gerçekte hiçbir “derde deva olma” veya çözüm üretme derdini taşımaz; sadece o anı kurtaran (!) şov amaçlı kuru gürültü olarak kalırlar. Gerçek bilgi ise, uzmanlara, işin ustalarına, üzerine yenilerinin inşa edilebildiği bir temeli kurma zeminini sağlar.
Bilgi tozlu raflarda kalmak üzere değil, hayatın içinde kullanılmak üzere üretilmelidir. Teorik olduğu gerekçesiyle eleştirilen her hipotez, tez ve sentez aslında “iyi-kötü” hayatın içinde mutlaka bir karşılık bulur. Hegel’in devlet felsefesinin veya Nietzsche’nin bazı görüşlerinin Hitler’e etkisinin olacağı kimin aklına gelirdi?
Ya da Amerika’da bir akademisyenin (Tarihin Sonu-Fukuyama) adlı tek bir teorik makalesinin Ortadoğu ve hatta Dünya tarihinin yaşadığı en kanlı dönemlerden birisinin kapısını aralayacağı söylense buna kim inanırdı? Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adlı teorik kitabının bu kadar derin sonuçlarının olacağını kim düşünebilirdi?
Başlangıçta teori veya hipotez seviyesinde tartışılan akademik konular, salgın hastalıkları engelleyen, bilgisayar teknolojisine dönüşen, sanayi üretiminde yeni modelleri üreten, uzayda meraklı arayışları sağlayan bilgi ve teknolojinin temelidir. Bu sebeple, teorinin de pratiğe dönüşüp hayatın içinde kullanılmaya başlayana kadar yine saygın olarak kabulü ve teşviki gerekir.
Konunun en başına dönecek olursak, bilginin doğru adreslerde tecrübeyi dikkate alarak, doğru metodoloji üzerinden ve sabırla üretilmesi gerekir. Sahih bilginin üretilmediği yerde, ya kulaktan kulağa aktarılan eksik ve yanlış bilgilere veya internet üzerinden aktarılan milyarlarca metin, foto, sembol ve figür denizine, daha doğrusu dijital çöplük okyanusuna teslim olmak zorunda kalınır.
İnternet ve yeni dijital araçlardan akademik üretimde başvurulmak üzere filtrelenerek nasıl yararlanılabileceği ise apayrı bir yazı konusudur…