Doğu dünyasında bilim ilim ve tekniğe saygı gösterildiği dönemlerde erişilen nokta, dünya bilim tarihinin kayıtlarında ayrıntılarıyla duruyor. Bilim tarihi hakkında yabancı dillerde yazılmış olanlara erişmekte zorlanıyor veya dil engeline takılıyorsanız hiç olmasa içimizden birisi olan Prof. Dr. Fuat Sezgin’in kitapları ve ömrünü vakfettiği bu önemli konuda kaleme aldığı eserlere bir göz atmak gerekir. Bu değerli konuyu çalışmanın ve standart üstü akademisyen olmanın maliyetleri bazen yüksek olabilir. Dr. Sezgin de bu maliyetleri ödeyenlerden. 1960 darbesinde Türkiye’deki işinden olan Sezgin’e o dönemde başvuru yaptığı yabancı ülkelerden bütün üniversitelerin kapıları bir anda açılıyor.

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun hayat hikâyesi de onunkine oldukça benziyor. Yurtdışında kıymeti bilinen bu ve benzeri nice akademisyen, o dönemlerde yıllar boyunca Türkiye’de hiçbir üniversitede kendilerine yer bulamıyor. Ta ki, gerçek hayat hikâyeleri bir şekilde ortaya çıkana kadar…

Burada önemli olan bir veya birkaç akademisyeni anlatmak değil. Onların hayatlarını vakfettikleri değerli konuların ve bizzat kendilerine hak ettikleri değerin verilememesi. Şimdi ise son zamanlarda Aziz Sencer’i konuşuyoruz. Onun başarılarının ancak Nobel ödül vesilesiyle farkına varabiliyoruz. Bu derecede olmasa da alanlarında ehil olan, fen ve sosyal bilimler alanlarında ciddi katkılar sağlayan, öğrenci yetiştiren binlerce nitelikli insanımızın ise çoğu kez farkında olamayabiliyoruz.

Doğu dünyasının asırlar önce başlayan gerileyişini bugün halen çözememiş ve alakasız yerlerde çözüm bulmaya çalışanların öncelikle bilim tarihi bakımından bu gerileyişi ve Batı’daki ilerleme ile akademi arasındaki ilişkiyi zihinlerinde oturtmaları gerekir. O zamanın akademik dünyasının (ilmiye), bilim adamının yetişme süreçlerinin zorluğuna paralel olarak değerinin o derece yüksek tutulduğunu bilmek gerekir. Bu sınıfın değeri düşmeye başladığında gerçek bilim adamlarının yerini daha az kaliteli ve üretmek yerine kopyalamayı seçen bir güruh ortaya çıktı ve bilimdeki gelişme durmuş oldu. Çünkü, bilginin düşmanı sahtecilik kadar kopyalama, eskiyi tekrardır.

Orta Avrupa’da 18-19’ncu yüzyıllarda sanayi ve teknolojideki ilerlemenin öncesinde ve yanında sosyal bilimler alanında ciddi bir ilerleme yaşanıyordu. Aynı dönem, devlet felsefesi, siyaset bilimi ve uluslararası politikalar gibi dünyanın bugününe etkisi olan teorilerin kuruluyordu. Avrupa merkezli gelişen farklı disiplinlere dair yeni bilim teorileri bunlarla da sınırlı kalmıyordu. Felsefe, psikoloji, hukuk, iktisat, arkeoloji, dilbilim ve coğrafyaya kadar her alanda yeni bir inşa yaşanıyordu. Bu inşanın temelini akademisyen ve gönüllü entelektüeller atıyordu.

Dönemin Avrupası, psikolojiden felsefeye ve edebiyat teorilerine kadar her alanda dünyanın zihin dünyasını yönlendirecek terminoloji ve önermeleri de üretiyordu. Akademinin ürettikleri, Batı dünyasına dünyanın diğer bölgelerine göre güçlü olma avantajı verme yanında, kendi kültürünü diğer ülkelere zorla veya özendirerek transfer etme fırsatını da verdi. Bugün Fas’tan Çine, Türkiye’den Malezya’ya kadar her seviyede verilen pozitivist eğitimin temelinde, o dönemin akademik çalışmalarının etkisi vardır ve hala hiçbir alternatif model oluşturulamadığından bu etki bütün gücüyle devam ediyor. Batıda zaman içinde oluşan bu birikimin yıllar içerisinde devletler tarafından ülkelerin çıkarları doğrultusunda bir “miras” gibi korunup geliştirildiği bir vakıadır.

Özetle geleceğin dünyasında da ayakta kalmanın, güçlü olarak devam etmenin önemli güzergâhlarından birisi akademik dünyaya ortam ve kaynak sağlanması, işin kalitesinin takip edilmesi, genç akademisyenlerin doğru yetiştirilmesi, ülke ve toplum çıkarlarını da gözeterek üretim yapmaya teşvik edilmesi gibi onlarca alt başlık üzerinde müzakere gerekir.

Pekiyi, “Akademisyen neden üretir” sorusuna o dönemden bugüne cevaplar arayalım. Sanayi ve teknik alanda mucitler (buluş sahipleri) sadece prestij kazanmayı değil, bir patent yakalayarak maddi açıdan refaha ermeyi de hedefliyorlardı. Çünkü bazı örneklerde bir patent, bir mucidin hayatını garanti altına alabiliyordu.  Sosyal bilimlerde ise akademisyen ve icat sahiplerinin motivasyonu genellikle sadece prestij ve gönüllülük oluşturuyordu. Bunun dışında, akademisyenlerin bir kısmı ise idealist gerekçelerle veya bir ideolojiye hizmet etmek üzere de üretebiliyorlardı. Bugün de motivasyon sebeplerinin aynen devam ettiğini görüyoruz. Maddi açıdan tatmin, adının şöhret kazanması ve prestij veya idealist gerekçelerle üretim yapılabilir. Örneğin ABD üniversitelerinin başarısına bakılırsa, akademisyenler için rekabetçi bir akademik ortamla birlikte tatmin edici bir gelir ve araştırma bütçesi sağlandığı; başarılı isimlerin ön plana çıkarılarak teşvik edildiği görülür.

Teknolojik ilerleme için gerekli olan fen bilimleri yanında, ülkemizde çoğu kez ikinci planda görülen “sosyal bilimler” konusuna da ayrıca ve odaklı çalışmalarla ağırlık verilmelidir. Toplumun her türden problemlerinin çözümüne katkı sağlayacak olan sosyal bilimler yerel ve evrenseli buluşturarak üretmeye en yatkın olan alanları içerir.

Akademinin sanayi ve ticaretle işbirliği yapması, üretilen bilginin piyasada kullanılabilmesi, ayrıca maddi anlamda değerlendirilmesi, o bilgiyi uygulamayla bütünleştirerek daha da değerli kılar.  Ancak tam da bu noktada, piyasada günlük pratikte kullanılmayan bilginin mesela “felsefe”nin veya coğrafyanın değersizleştirilme hatasına da düşmemek gerekir…

(Devam edecek…)