Eskiden öğretmenlik daha kolaydı. Bilgi merkezli bir eğitim… Öğretmen de bilgi aktarıcısı konumundaydı ve öğrenciye ne kadar bilgi aktarırsa o kadar iyi öğretmen olurdu. Günümüzde ise bilgi artık her yerde… Öğrenci, bilgiye ulaşmak için çoğu zaman öğretmene ihtiyaç duymuyor. Öğretmen, dolayısıyla bilgi aktarıcısı olmanın çok ötesine geçmek zorunda… Bilgiyi tasnif etmeli, işine yarayacak ve yaramayacak olanları öğrencinin de tasnif etmesini sağlamalı, öğrencinin ufkunu açmalı, öğrenciye rehber olabilmeli… Her şeyden önce kişiliğiyle, duruşuyla her zaman farklı ve saygın olabilmeli; öğrencisine rol model olmalı…

Buraya kadar tamam…

Bütün bunların neticesinde; öğretmenin dinamik olması, tecrübeyle donanması, sürekli kendini yenilemesi, yeni nesli iyi tanıyıp ona göre pozisyon alması, gençlerin psikolojisini ve hayata bakışını iyi analiz etmesi gerektiğini biliyoruz. Beklentilerin de bu yönde olduğunu ve beklenti karşılanmadıkça eleştirilerin artacağını da kabul ediyoruz. Ama kabul etmediğimiz/edemediğimiz nokta şurası: Öğretmene sunulan imkânlara, çalışma şartlarına, çalıştığı kişilere, onu yönetenlere; elindeki malzemenin (öğrencinin) kalitesine, seviyesine, hazır bulunmuşluk düzeyine bakmadan bunları bir öğretmenin tek başına yapmasını beklemek…

Öğretmen, bir kamu görevlisidir ve devletin ona sunduğu imkânlar nispetinde kendini yenileyebilir, yeni şartlara ayak uydurabilir, mesleği ile ilgili değişiklikleri takip edebilir. İmkânının elvermediği, maddi ve manevi olarak desteklenmediği zaman da yeniliklere ayak uyduramayıp çağın gerisinde kalabilir. Bu durumda doğrudan öğretmeni hedef almak, suçlamak, onu medyanın önüne atmak, eğitimle ilgili her sorunda tek sorumlu bilip itibarsızlaştırmak ne ülkeye ne eğitim camiasına ne de öğretmene bir katkı sağlar.

Öğretmenlere sürekli “Sen yetersizsin, seni sınava tabii tutacağım, seni her seferinde yeniden strese sokacağım, iş ve aş kaygısıyla tedirgin edeceğim.” mesajı vermek, hem hakkaniyetsiz hem yersiz hem de faydasızdır. Bu yöntem, üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek oluyor. Bunun yerine öğretmenleri teşvik etmek, onlara güven aşılamak, yavrularımızı teslim ettiğimiz gönül işçileri nazarıyla bakmak bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olur zannımca.

MEB yetkilileri, amaçlarının öğretmenin kalitesini artırmak, öğretmenlik mesleğine itibar kazandırmak, verimliliği artırmak olduğunu açıklıyorlar genellikle. Ancak gelin görün ki yapılan açıklamalar ve yapılan icraatlar, hem öğretmenler hem kamuoyu hem de öğrenciler/veliler tarafından hiç de öyle anlaşılmıyor.

Mesela mesleğinde çok başarılı, vizyon ve misyon sahibi bir öğretmenimiz, “Bir öğretmen olarak dört yılda bir yeterlik sınavına girmeyi kabul ediyorum. Ancak eğitim yönetici ve bürokratlarının da aynı sınava girmesini ve sınav sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılmasını talep ediyorum.” demiş. Haksız mı sizce? Ya da bir doktor, mühendis, hâkim, savcı vb. belli aralıklarla yeterliliği ölçülerek mi mesleğini yapmaya devam ediyor? Sadece öğretmenler için mi yeterliliği ölçme ihtiyacı var? Her meslekte olduğu gibi öğretmelikte de mesleğinin hakkını vermeyenler, işini gereği gibi yapmayanlar tabii ki vardır. Ancak en fazla denetlenen, birden çok mercii tarafından -idareciler, öğrenciler, veliler, müfettişler, bakanlık- gözlem altında tutulan kişiler de öğretmenlerdir. Her meslekte belli aralıklarla yeterliliği ölçebiliyorsanız buyurun öğretmenler için de ölçün, ama tek başına öğretmenleri rencide etmeyin!..

“Toplumların uygarlık düzeyi, öğretmene verdiği değerle ölçülür.” lütfen öğretmenlerimizi değersizleştirmeyelim!..

“Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.” demişler, kandili biz tüketip öğrencilerini aydınlatmasına mani olmayalım!..