2010 yılının sıcak bir Şam akşamında hasbelkader aynı ortamı paylaştığımız bazı entelektüel Suriyeli gençlerin daldığımız derin sohbet esnasında  ”Üstad Saim, Sayın Davud Uğlu’nun bu komşularla sıfır sorun politikası bizleri gerçekten çok heyecanlandırıyor” şeklindeki ifadeleri, Türk dış politikasına yön veren yeni dinamiklerin bu coğrafyada nasıl bir karşılık bulduğunu göstermesi açısından oldukça önemli ve üstünde durulmayı gerektiren gurur verici bir gelişmeydi.

Aradan çok fazla bir süre geçmeden Arap halkları ”onurlu ve özgür bir yaşam hakkı” talepleriyle ayağa kalktığında ve bu cereyan Suriye coğrafyasına ulaştığında yine bu kadim şehirdeydim. Dönemin Başbakanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ve çoğu zaman da ”özel temsilci” sıfatıyla MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın o zamanlar son derece iyi ilişkiler içerisinde olduğumuz Beşar Esed’e kardeşçe duygularla yardımcı olup, bu yeni gelişmelerin daha büyük sosyal krizlere dönüşmesini engellemeye yönelik çözüm tavsiyelerinde bulunmak üzere sayısız kez Suriye’ye geldiklerine bizatihi şahidim. Sadece halkın reform taleplerini dile getirmesine izin verin ve bu beklentilerini önemseyerek gerekli adımları atın, barışçıl gösteriler yapan kesimlere karşı asla silah kullanmayın, bunu yaparsanız her türlü yanınızdayız şeklinde özetlenebilirdi, o dönemde Esed’e söylenenler. Ancak dost tavsiyesi dinlemek yerine çok zamandır insanlıkla ilişkisini kesmiş derin Suriye katilleriyle bir olmayı seçti Bay Beşar. Ayrıca, mezhep faşizmi üzerinden bölgedeki nüfusunu korumak hedefi güden İran ve Tartus’ta bulunan askeri üssünün Akdeniz’e açılan tek kapısı olması nedeniyle de Rusya’nın temsil ettiği rejimin yıkılmaması için ellerinden ne geliyorsa yapacaklarını da çok iyi bilmekteydi. Sonuçta bu ittifak, 21. yüzyılda gerçek anlamda kanlı, zalim, canice ve insanlık değerlerini gözünü kırpmadan ayaklar altına almaktan kaçınmayan tüm yöntemlerle bir iktidarın nasıl ayakta tutulabileceğini, dünyanın aşağılık umursamazlığından da güç alarak gözlerimizin ta içine soktular. Sonuçta bir medeniyeti, bir ülkeyi; şehirlerini, köylerini, en önemlisi milyonlarca yaşamı ve umudu yok ettiler.

Suriye’de olduğum son günlerde, şu an iki ayağı kopuk ve ancak ne şekilde yaşadığı bilinmeyen Beşar’ın kardeşi Mahir’in söylediği bir söz kulağıma çokça çalınırdı: ”Babam Hafız zamanı nüfus 7 milyondu, yine 7 milyon olur.” 15 milyon Suriyeli’yi öldürmeyi ya da sürmeyi göze almış bir azgınlığın ayak sesleriydi tüm bunlar ve başardılar da.

Dünyanın tüm egemenleri bir araya gelip, yine kendilerinin üretimi olan güya IŞİD’e karşı savaş gerekçesiyle Esed’e siper oldular ve Türkiye’nin bölgesel kalıcı barış için ortaya koyduğu bütün tezleri atıl kılmak için elbirliği yaptılar. Öyle ki, kimyasal silah kırmızı çizgimizdir diyen Obama, Esed rejiminin onlarca kez bu silahlarla katliam yaptığının kanıtlanmasına rağmen, kılını kıpırdatmadığı gibi, Suriye içerisinde ölümden kaçanların sığınacağı uçuşa kapalı güvenli bir bölge gündeme geldiğinde parmaklarını alabildiğine kulaklarının en içine soktu. Ne kadar ilginçtir ki, aynı ABD’nin askerleri şimdi Suriye’ye girmiş durumdalar ve üstelik PYD saflarında onların armalarını da takarak savaşıyorlar ve sanki şunu diyorlar;

”Esed yüz binleri öldürüyorsa öldürüyor ne olacak yani, öldürüyor da bizi mi öldürüyor? Ne güzel işte, Müslümanları öldürüyor.  Onun öldüremediklerini IŞİD, PYD, PKK öldürüyor. Kurtulanları da biz zaten Akdeniz’de boğuyoruz. İşin en keyifli tarafıysa Esed’in bu vesileyle Türkiye’ye verdiği zararlar.”

Şimdilerde nereden talimat aldıkları bilinmez pelikan görünümlü bazı çakallar türemiş, dış politikada yaşanan olumsuzlukları ve içeride yaşanan terör olaylarının faturasını, kendilerinden menkul bir güya Reis’i koruma içgüdüsüyle dönemin Dışişleri Bakanı ve MİT Müsteşarı’na yıkmaya çalışıyorlar ya, işte acayip gülünç ve acınası geliyor bu halleri bana. Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye konusundaki duruşu efsanevidir ve politik bir hata yapılmışsa bu Türkiye’nin ABD ve Batı’ya sorunun çözümü hususunda gereğinden fazla bel bağlaması ve o günlerde tek bir yapı olup Türkiye’nin gözünün içine bakan Suriyeli Devrimciler’e en başından itibaren gerekli ağır silahları çeşitli çekince ve yetersizlikler nedeniyle ulaştıramamasıdır. Kaldı ki, tarihsel kırılmaya yol açan olaylar belirli bir sürece saridir ve henüz Suriye konusunda son sözlerin söylenmiş olduğu da iddia edilemez. İçinde bulunulan durum halen devam eden sürecin sadece şu an ulaştığı aşamadır.

  Mezkûr çakallara son bir uyarı: ”Başka Hama’lar olmasına asla izin vermeyeceğiz!” Sözünü ilk kez ben Reis’ten duydum. Tam olarak başardı başaramadı, gücü yetti yetmedi başka bir şey, ancak rahatsız olduğunuz dış politikanın vebalini başkalarına yükleyip güya Reis’i aklama girişimleriniz bizatihi ona yapabileceğiniz en büyük kötülüktür.  Ve inanıyorum ki, gücümüz yetseydi, Erdoğan hakikaten izin vermezdi tüm bu aşağılık katliamlara… Tarihi geri sarabilsek, yine de dost kalmazdı bu cani ruhlularla ve yine mazlumların safında yer alırdı. Değilse zaten bizim Reis’imiz olamazdı…