Bazı konuların hiç konuşulmaması lazım aslında. Gizlenmesi gereken kötü mevzular olduğundan değil, konuşmadan yapılması gereken söze geldiğinde yapılınca bir değeri kalmayacağından konuşulmaması gerekir. Hafif bir müşahhas örnek vermek gerekirse; mesela insanın eşi “Hadi beni sevdiğini söyle” deyince “Seni seviyorum” demenin etkisinin zayıflaması gibi.
İşte böyle, üzerine hiç laf edilmeden kendiliğinden öylece olması gereken konularla doludur hayat. Müsaadenizle hiç konuşulmaması gereken konuların birinden, abartmadan ve fazla eşeleyip suyunu çıkarmadan sakin sakin kenarından dolaşarak söz etmek istiyorum.
Çok uzun yıllardır İngiltere’de yaşayan bir dostum şöyle anlattı: “1999’da Abdullah, İngiltere tarafından Ürdün Kralı olarak görevlendirildiğinde Arapça bilmiyordu. (Gerçi hâlâ bildiği söylenemez. Videolarını izlerseniz Arapça konuşarak kendini bile ifade etmekte zorlandığını fark edersiniz!) İngilizler, Abdullah kendini kötü hissetmesin diye toplantılarda bilmelerine rağmen kasten Abdullah’tan daha kötü Arapça konuşurlardı. Sonra kapılar kapanınca toplantı İngilizce devam ederdi; çünkü Abdullah, Arapça bilmez ama şakır şakır İngilizce konuşur. Hiçbir İngiliz vatandaşı, gazeteci, siyasetçi “Bu ne kardeşim, biz İngilizler olarak Arapça konuşmayı kendimize nasıl yediriyoruz” diyerek aşağılık kompleksi belirtileri göstermedi. Abdullah, kral olduktan sonra İngiltere’ye krallık sıfatıyla gittiği ilk ziyaretinde Abdullah’ın kalacağı otel ve yol güzergâhı Haşimoğulları armalarıyla donatıldı. Her yer Ürdün bayrakları ve Haşimoğlulları’nı temsilen kartal figürleriyle donatıldı ve Abdullah’a sen Ürdün Kralı değilsin; aslında Haşimi İmparatoru’sun diye hitap edildi. Dedesi Şerif Hüseyin’e de Lawrance aynı muameleyi yaparmış ama arkasından şöyle söylenirmiş. ‘Kurnaz, yalancı, kuşkucu, inatçı, kendini beğenmiş, kibirli, bilgisiz, arsız ve gaddar bir Arap şeyhi’ (Cidde’deki İngiliz Konsolosu Reader Bullard, Kral Abdullah’ın dedesi Şerif Hüseyin için Londra’ya gönderdiği not. Lacey Op. S. 182)
İngiltere’de sıradan bir lisede kimya öğretmenliği yapan sıradan bir İngiliz vatandaşı Abdullah’a imparator muamelesi yapılmasına dair şöyle söylemiş: “Bütün krallıklar Londra’da kurulur, kral olup olmamaları önemli değildir; Londra’da bir günlük kral muamelesi görürler ve bu sayede Londra’dan yönetilirler. Londra onlara kral muamelesi yapmazsa başkasının yanına gitmek zorunda kalırlar ve bu durum dünya barışı için tehdit olabilir.”
Abdullah gelince ona ‘Asıl kral sensin’, Selman gelince ona ‘Asıl kral sensin’, Fas’tan Kral Muhammed gelince de ona ‘Asıl kral sensin…’
Asıl kral kim oluyor burada?
Demem o ki; Fener’e Rum Patrikhanesi, Kadıköy’e Ortodoks, Beyoğlu’na Katolik Kilisesi kuran Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni biraz daha dikkat ederek anlamamız lazım. İmparatorluk geçmişi olan kaç devlet var dünyada gözünü sevdiğim Anadolu yiğidi?.. Sen ne ara bu kadar korkak oldun, sen ne ara asli unsur olduğunu unuttun, sen ne ara İngiliz’in lise öğretmeninden daha şuursuz oldun?.. Dünyada kim kral olacaksa gelsin İstanbul’da kral olsun. Korkma, korkma…
Not: Konunun etrafından dolaşacağım dedim, fazla eşelemeyeceğim dedim… Ben İstanbul dedim, siz Ankara anlayın beni de daha fazla konuşturmayın…