Ölüm her aklına geldiğinde ah edip inleme
O geldiğinde sen gitmiş olacaksın
Benim eskiden üç kahramanım vardı: Hz. Ali, Hz. Hüseyin bir de Hallac-ı Mansur. Hz. Ali Cenkleri dinleyen bir çocuğun başka bir kahramana gönül vermesi ne mümkün! Ve gurbeti on bir yaşında yaşayan bir çocuğun varıp Hz. Hüseyin’in gömleğine yüzünü sürmesinden daha doğal ne olabilir? Ki Hallac boynuma dolandığında dünyayı değiştirecek düşüncelerim vardı. Bir tek bende var zannederdim. Hatta, bir gün mehdi geldiğinde ona ilkin ben biat edecektim. Kahramanlarımı inkar etmiyorum. Yanımda birileri onların adını andı mı bir kenara çekilip içli içli ağlamak istiyorum. Belki birisi gelir de sinesine basar beni diye. Bir gün geldi, içime uzun uzun baktığımda dedemi gördüm, babamı gördüm, seni gördüm anne! Kahramanlarım içimde öyle durup duruyorlardı. Hani gurbetten eve döndüğümde, mabeynde sofra başına oturmuşsunuz ve beni de sahura kaldırmışsınız gibi yarı uykulu gözlerle size bakıyordum…O an fark ettim ki benim en büyük kahramanım o köy odasında, mabeynde sessizce beni yanına oturtan yaz günlerinde bolluk, bereket, neşe ve tarhana çorbasıyla gelen Ramazan imiş.
Yıllar var ki seninle bir iftarı beraber açamadık. Gurbetti, yollardı, gailelerdi derken, çocukluğumun bozkırına varıp bir tarhana çorbanı içemedim. Ama nasip oldu, bu sene, Ramazan’ın son günü sana, bozkırıma, çocukluğumun sahurlarına kalktığım o yün yorganlı evimize ulaştım. Dedem gitmişti, babam yine gurbetindeydi ama sen ve Ramazan yine aynı yerdeydin ve bana ömrün ne çabuk geçtiğini hatırlatıyordunuz. İnsan iftar için yağlı çörek ister mi? Valla istedik. Yani şöyle etli börekli tatlılı bir sofra ister insan. Mesela bamya yemeği ister. Ama biz senden yağlı çörek istedik. Belki de çocuk damak tadımız bizi yine o zamana götürecekti. Götürdü de… Ama epey yaşlanmış, yorulmuş ve hatta birçok şeyden vazgeçmiştik. Onca sene Yakup, Yusuf’undan vazgeçmezken, umudunu yitirmezken; biz ne çabuk geçiyorduk onca zaman hayalini kurduklarımızdan.
Kızımla eski mezarlığa gittik. Taşların üzerinde ismi bırak bir çizik bile yoktu. Ta pagan döneminden kalma, bildiğin yassı taşlar işte. Köylülerin etrafını fare deliği gibi oyup hazine aradıkları bir harabe… Oysa onlar da yaşamışlardı. Onlar da var olmuşlardı. Sevmiş, üzülmüş, ağlamış, hırslanmış, belki kan dökmüşlerdi. Oysa şimdi isimsiz taşlardan başka bir şeyleri kalmamıştı.
Ve anne sen bana geçiciliği öğretirken, kalıcı olanın gülümseyerek birbirine bakan ve gönül alan insanların engin gönlü olduğunu da öğrettin. Ve hatta, asıl kahramanların gönle iz bırakanlar olduğunu öğrettin. Boğazımdan senin yaptığın bir çörek geçerken fark ettim ki; emek verenlermiş asıl kahramanlar. Özleyenler, bekleyenler, verirken mutlu olanlar, sofraya herkes doyduktan sonra oturanlar, bir selam alınca canından koparıp verenlermiş.
Bana Ali efendimizi dedem anlattı. Hüseyin efendimizi kitaplardan tanıdım. Hallac-ı Mansur’u ise kendi bozkırımda buldum. Varıp onun kaderine sarıldım. Onda seni gördüm. Pare pare kesilse de sevdiklerini ele vermeyen, sevdikleri için bir kere daha öf dememiş olan seni. Mansur’u yaralayan dostun attığı dikenli bir gül idi. Seni de dostlarının, yakınlarının attığı güller yaraladı. Ama yine de takatin yettikçe sevdiklerinin önünde türab oldun. Yeter ki sizin ömrünüz bayram olsun, orucunuz iftara ersin, dedin.
Artık bir kahraman aramıyorum. Evi de telaşa vermiyorum. Ömrü verene şükrederken, seni veren Allah’a kurban olurum, demen geliyor aklıma. Ya hu, sizi o kadınlar, gelinlik yaşamış acılı kadınlar, nasıl da dolu dolu dua eder, dolu dolu beddua edersiniz öyle. Biz, modernlerin gündüzüne doğan çocuklar hiçbir zaman o kadar dolu ses çıkaramayacağız. Her şeyin kenarından, köşesinden; hiçbir şeyi tam olarak yaşamadan göçerken… Sanırım tesellimiz sizi tanımış olmak, "gerçek insanlara tanık olduk" demek olacak.
Evet, etiyle, kanıyla, canıyla, ruhuyla, en çok da elleriyle yaşamış birilerini gördüm. Ve benim kahramanın o nasırlı elleriyle hayatlar doğuran kadınlar…