Bir dünya düşünün… Beşten büyük olduğunu iddia ettiğimiz; ama aslında birden bile küçük olan bir dünya.
Tam bağımsız devletlerin bile hiç bağımsız olmadığı bir dünya…
Öyle ki, dünya siyasetinin ve evrensel politikanın tek bir ülke menfaatine çalıştığı bir düzendeyiz: Amerika Birleşik Devletleri’nin narsist düzeni.
“ABD menfaati’’ dünya ülkelerinin strateji sınırı ve son günlerde bolca kullandığımız bir tabir olan “kırmızı çizgisi’’ vaziyetinde. Ülkeler, politikalarını oluşturma aşamasından uygulama aşamasına kadar hiçbir kademede bu menfaatleri gözardı edemezler. Yapılacak olası bir menfaat ihlali, dünya çapında tepkilere ve ambargolara sebep verebilecektir.
Bundan dolayıdır ki gelmiş geçmiş “en pişkin devlet” olan ABD’nin bu pişkinliklerine karşılık “Eyvallah’’ veriliyor. Neden mi pişkin dedim:
ABD, silah üretir ve o silahları Irak’a-Afganistan’a veya kaos potansiyeli yüksek olan, mezhep farklılıklarının olduğu aşırı dinamik bir yapıya sahip olan ülkelere gönderir. Savaşı başlatır. Ve birden “kurtarıcı’’ olarak ortaya çıkar. Oraya girer, sömürür ve sömürüsünü daimi kılmak için üsler inşa eder. Ama, üslerin halkın güvenliği için yerleştirildiğine inandırır dünyayı.
İnanmayan ve karşı çıkanlar dışlanır, ülkelerinde sebepsiz yere kaos meydana gelir ve ekonomileri kötüye gider. Kendi iyiliğini düşünen devletler bu yüzden inanmak zorundadırlar. Çünkü ABD ile düşülen her zıtlık sonrası, ülkelerin hem ekonomik hem siyasi istikrarsızlıklarının oluşumu tevafuken aynı döneme denk gelecektir.
1974’te ABD’nin telkinlerine rağmen Türkiye’nin haşhaş ekimini durdurmaması ve yapılan Kıbrıs Harekâtı; ABD öncülüğünde birçok ülkenin ambargosuna maruz kalmamıza sebep olmuştu. Türkiye o yıllarda çok büyük ekonomik krize girmiş ve 769 milyon dolar olan dış ticaret açığı 2.3 milyar dolara fırlamıştı. Arabaların benzin kuyruklarına girdiğini gösteren ünlü fotoğraflarda o günlerden kalmadır.
Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombalarıyla nükleer savaşı başlatan ve hâlâ dünyanın en büyük nükleer silah üreticisi olan ABD, başka ülkelerin nükleer güç elde etmesinden rahatsız oluyor ve İran gibi kendi nükleer silahını üretmek derdinde olan ülkelere tüm dünyanın ambargo uygulamasını sağlıyordu. Nükleer güç, sadece ABD’nin izin verdiği kadar ve izin verdiği kişilerde bulunması üzerine kurulu bir sisteme oturtulmuştu. Tabiri caizse tekelleştirilmiş bir nükleer piyasasından bahsetmek abes kaçmaz.
Amerikalı siyaset bilimci Prof. Dr. Peter Feaver bu konuda, “Amerikan diplomatik ve askeri stratejisi kitle imha silahı üretmeye çalışan devletlerin bu silahlara sahip olmasını engellemek üzerine odaklanmıştır. Hedef bu ülkeleri kitle imha silah sahibi olmaktan men etmek, silahları geliştirmeyi başaran devletleri silahları bırakmaya ikna etmektir. Bu devletlerin ikna olmaması durumunda ise askeri kuvvete başvurarak silahlardan vazgeçmelerini sağlamak hedef dahilindedir.” demiştir.
Velhasılı kelam, nükleer savaşı başlatan bir devlet; nükleer silahların en büyük düşmanı olduğunu iddia edebiliyor. Dünyanın en büyük silah üreticisi olan bir devlet; en barışçı ve savaş karşıtı bir ülke olduğunu kabul ettirebiliyor dünyaya.
En son, Almanya’da federal meclisin kabul ettiği “Ermeni soykırım tasarısı” haberi bu pişkinlikle tekrar karşılaşmama sebep oldu ve anladım ki pişkinlik ile güçlü devlet olmak paralel ilerliyormuş.
Pişkinlik yapabilmek için önce güçlü olmanız gerekiyor. Önce ABD, Almanya veya Rusya olmanız gerekiyor…