15 Mayıs 1903 yılında Almanya ile yapılan anlaşmayla Balkanlar’da Sırp ve Bulgarlar tarafından şehit edilen ailelerin çocuklarının da içinde bulunduğu 125 çocuk Münih’e gönderilir. Bu çocuklar daha sonra Stuttgart’ta bulunan Mercedes Fabrikası’na eğitim almak ve çalışmak üzere nakledilir. Çocuklar burada 4 yıl eğitim alır. Bu eğitimin masraflarının 2 yılı Türkiye tarafından kalan 2 yılı ise Almanlar tarafından karşılanır. Bu eğitim programları 1900’lü yılların başından Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar artarak devam eder. Alman-Türk Dernekleri öğrencilerin gönderilmelerini organize eder. Öğrencilerin yanı sıra işçilerde gönderilir Almanya’ya. 1918 yılında öğrenci sayısı 2500 civarında işçilerin sayısı ise 12.000 dolayındadır. Stuttgart’a giden öğrenciler Mercedes Fabrikası’nda eğitim alırlar ve bir kısmı Türkiye’ye dönerek Selimiye Kışlası’nda, Taşkızak Tersanesi’nde çalışırken bir kısmı ise Almanya’yı yurt edinerek orada kalır. Bu işçilerden bir kısmı Mercedes’te bir kısmı AEG Fabrikaları’nda çalışır.
Stuttgart
Almanya’nın güney batısında Fransa’ya yakın yaklaşık 600.000 nüfuslu, tarihi dokusuyla görülmeye değer bir şehir. Küçük tepelerin arasında yeşil vadilerin ortasında sakin huzurlu bir kent intibası uyandırdı bende. Bu kente geliş sebebimiz Mercedes Müzesi’ni görmek. Bu müzede sergilenen araçlarda Türk insanın alın teri göz nuru var. Müzeye gitmeden önce meydanında parkta oturarak biraz gözetleme imkânına sahip olduk. Park yakınında göl kenarında bulunan kilisede yapılan ayinden görüntüler almak istiyoruz. Küçük kilisede cemaat oldukça kalabalık. Çoğunluğu yaşlılar olmak üzere katılımcılar ayini pür dikkat takip ediyorlar.
Stuttgart genel görünüm.
Mercedes Müzesi
Ayinden sonra Mercedes Müzesi’ne gitmek üzere yol çıktık. Mercedes Müzesi iç içe geçmiş metal ve camdan yapılmış modern bir binadan oluşuyor. Çok katlı müzede katlar kavisli bir şekilde bir birine bağlı, adeta virajlı bir yoldan iner gibi yukarıdan aşağıya 130 yıllık otomotiv tarihi sergileniyor. Sergiyi gezmek için en üst kata çıkılıyor, oradan yürüyerek aşağıya iniliyor. Burada otomotiv sanayindeki müthiş gelişimi bir bütün halinde görüyorsunuz. Onlarca model Mercedes zaman tünelinde yolculuk yapıyor. Bu sergide 1930 yılında Mustafa Kemal’e hediye edilen otomobil de var.
Küçük Türkiye Kasabası (İpthausen)
Bavyera bölgesinde İpthausen Kasabası’na gidiyoruz. Buraya kasaba deniyor ancak daha çok köy havası var. Kasabanın lakabı Küçük Türkiye ancak burada hiç Türk yaşamıyor. Kasabada bulunan Wallfahrt Kilisesi’nin tavanındaki yağlı boya resim hilalli sancaktan Türk bayrağına, sokak isimlerinden Türkiye’yi hatırlatan birçok objeye kadar Türk kültürünün izlerini yansıtıyor.
Kasaba meydanında bulunan ve 1754 yılında inşa edilen görkemli kilisedeki resimde ise Türkler’i simgeleyen yeniçeri askerlerinin kurtarıcı pozisyonunda olduğu anlaşılıyor. Kilisenin duvarlarında asılı bulunan tablolardan birinde ise fincanda kahve taşıyan bir kadın resmi yine Türkler’e ait bir kültürü simgelerken, kilisenin sol duvarına bir minberin bulunması ise görenleri şaşırtıyor.
Kasabalılar da hikâyenin aslını tam olarak bilmiyorlar. Özellikle kasabanın ileri gelenleri bizi çok sıcak karşıladılar. Muhtemelen Viyana Savaşı’nda esir düşen Türklerden buraya getirilenler olduğu için bu ismi almış olabilir. Diğer bir ihtimalde Osmanlı akıncılarının zaman zaman Bavyera’yı işgal ettikleri biliniyor. O döneme ait bir hatıralardan dolayı bu lakap kullanılıyor olabilir. Kasabanın meydanında bulunan kahvesinde yaşlı ve ileri gelenleriyle sohbet ediyoruz. Küçük torba içinde bulunan Türk Bayrağı ve birkaç rozet benzeri eşyayı bize gösteriyorlar. Sanıyorum bu küçük hediyeler daha sonra kasabayı ziyaret edenler tarafından hediye edilmiş. Bizim yanımızda böyle anlamlı ancak küçük hediyelerin olmaması beni çok mahcup etti. Daha sonraki seyahatlerimde yanıma ülkemizi temsil eden rozet, bayrak, magnet ve benzeri taşınması kolay sembolik değeri fazla eşyaları almayı alışkanlık edindim. Çok şık süslü kahvehanede ahşap masalarda oturan yaşları 70-80 dolayında birkaç kişiyle bu konu üzerine sohbet ettik. Sohbetin orta yerinde ota yaşlı bir beyefendi akordeonuyla Küçük Türkiye’m marşını söylüyor.
Saale Nehri’nin dağ kulübesinin selamladığı yerdedir.
Neşeli insanların yaşadığı İpthausen köyü
Kalpler huzur bulur çimenlerinde rüzgâr esince
İşte İpthausenim benim Küçük Türkiye’m
Bu küçük kasabanın, temiz, ahşaptan yapılmış şirin evleri gerçekten bir huzur havası veriyor. Yanlış hatırlamıyorsam kasabanın meydanında bulunan çeşmeden elimi yüzümü yıkayınca bizim köylerin meydanlarında bulunan çeşmeler aklıma geldi. Acaba bu meydanda çeşme kültürü de bizden mi geçti?
Kasabanın belediye meclis üyesi Waldamer Weber konuyu şöyle değerlendirdi. “Arkamızda 250 yıllık Wallfahrt Kilisesi bulunmakta. Bu tavan resimleri, dört yanı, dört yeryüzü parçasını göstermekte. Bu resimde tipik hilali ve sarıklı insanları görmekteyiz. Ayrıca özellikle buhar çıkaran bir kap taşıyan insan görüyoruz. Bu resim 250 yıl önce kahvenin Avrupa’ya geliş tarihine denk düşüyor. Kahvenin doğudan, Türkiye’den geldiğini biliyoruz. Bütün bu işaretlerden hareketle bu resimleri yapanın Türkiye ile ilişkili olması gerektiğini düşündük.” Bu ifadelerden şunu çıkarabiliriz; anlatılanlardan daha öte bir bağlantının olduğu aşikâr. Bu küçük detaylardan yola çıkarak daha büyük sonuçlara varılabilir ancak bu görevin tarihçileri beklediğini hatırlatmakla yetinelim.
Küçük Türkiye (ipthausen)
Würzburg
Wüzburg Main Nehri’nin kenarında kurulmuş Dünya Kültür Mirası kapsamında koruma altına alınmış, yaklaşık 120.000 insanın yaşadığı şehir. II. Dünya Savaşı’nda büyük bir tahribata uğrayan şehir aslına uygun bir şekilde onarılarak eski görünümüne kavuşmuş. Main Nehri’nin yakınında bulunan tepeden bakınca şehir tarihi kuleleriyle kırmızı kiremitli çatılarıyla bizi ortaçağa götürüyor.
Würzburg, hem tarih açısından hem de yeni dönemde çok sayıda Türkün ekmek kapısı olması açısından önem arz ediyor. Almanya’da Türk İzleri Belgeseli’nin danışmanı Dr. Latif Çelik Würzburg’da yaşıyor. Türkiye’den kendisi ile iletişim kurmaya çalıştık ancak daha önce televizyoncularla yaşadığı olumsuz tecrübeler nedeniyle danışmanlık konusuna sıcak bakmadığını ifade etti. Arkadaşlara ‘’Ben bu işi yüz yüze çözerim. Siz Latif Bey’den randevu alın yeter” dedim. Würzburg’da Latif Bey’in evine gidiyoruz. Latif Bey evini ofis olarak kullanıyor. Bize uzun uzun yaşadığı olumsuzlukları anlatıyor, biz de sabırla kendisini dinliyoruz. Anlattıkları bize yabancı gelmiyor. Anlayacağınız hak hukuk meselesi… Sonunda Latif Bey’i ikna ediyoruz. Kendisi Almanya’da Türk tarihi konusunda uzman bir insan. Türk izleri konusuna tabiri caizse kafayı takmış durumda. İyi ki öyle. Almanya’da Türk İzleri konusunda Almanca ve Türkçe kitap yazdı. Alman Cumhurbaşkanı’nın önsöz yazdığı kitap için çok uğraşmasına rağmen Türk Cumhurbaşkanı’na önsöz yazdırtamamayı hazmedemediğini sitemle anlattı. Latif Bey’le belgesel için Würzburg ve çevresini beraber dolaştık.
Almanya’da ilk kahvehaneyi açan Türk: Sadullah Paşa
Würzburg şaraplarıyla ünlü bir şehir. Türk kahvesinin Almanya’ya ilk geldiği ve şaraba rakip olduğu yer. 1683 Viyana bozgunundan sonra ganimet Türkleri olarak 200-300 kişi kadar esir Würzburg’a getirilir. Bu esirler arasında Mehmet Sadullah Paşa’da vardır. Bu esirler şehir dışında kervansaray tarzında yapılan bir yere yerleştirilirler. Türk esirlerin olduğu yerden tuhaf kokular geliyor diye şehrin yöneticisine şikâyetler gider. Yönetici Sadullah Paşa’yı çağırarak bu kokunun ne olduğunu sorar. Sadullah Paşa: ‘’Bu bir Türk içkisidir.’’ diye izahatta bulunur. Yönetici yapılan kahveyi tadar ancak beğenmez sonra içine şeker katılarak yeniden ikram edilince kahve beğenilir. Daha sonra Türk kahvesi Würzburglular arasında yaygınlaşmaya başlar. Bu durum o kadar ileri gider ki şarap üreticileri şarap yerine kahve içilmesinden rahatsız olarak şikâyet de bulunurlar. Mehmet Sadullah Hıristiyan olur ve Nikolas Straus adını alarak Almanya’da ilk kahvehaneyi Würzburg’da açar. Kilise meydanında açılan bu kahvenin yerinde yeni nesil bir Türk’ün kahve açması da kaderin bir cilvesi olsa gerek.
Sipahi Osman’ın mezarı
Ansbach şehrinin Rügland Kasabası’nda Sipahi Osman’ın mezarını ziyaret ediyoruz. Rügland şehir mezarlığında aslen Müslüman olduğu ve kendi isteğiyle Hıristiyan olduğu yazan Karl Osman’ın ilginç bir hikâyesi var. Karl Osman’ın mezar taşında şu bilgiler yer alıyor. “Burada Tanrı’nın rahmetine kavuşan Karl Osman 1655’te İstanbul’da doğdu. 1688’de Belgrad’da esir düştü. 1727 yılında vaftiz edildi. 47 yıl sarayda hizmet etti ve 1735 yılında 80 yaşında vefat etti.”
Karl Osman’ın mezar taşında vaftiz edildiği yazsa da Sipahi Osman Karl ve Osman isimlerini birlikte kullanıyor. Ölümünde cenazesine katılacaklara 5’er kron verilmesini vasiyet ediyor. Cenaze merasimine 925 kişi katılıyor.
Binlercesinin tarihin yapraklarında kaybolup gittiği fani dünyada var olduğunu belki de Müslüman olduğunun dillerden dillere ulaşmasını sağlamanın yolunun böyle olacağını anladı Sipahi Osman. Başarılı oldu da nitekim biz şimdi ondan haberdarız ve onun için dua ediyoruz. İnşallah İslam üzere ölmüştür…