1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla diğer ülkelere hücum eden milyonlarca akademisyen, işadamı, seyyah, tacir, esnaf ve turistle birlikte bölge ülkelerinde okuryazarlığın ve üniversite mezun oranının dünyanın diğer yerleriyle kıyas edilemeyecek kadar iyi bir seviyede olduğunu görmüştük. Fakat birkaç yıl içinde, özel bazı alanlar dışında (temel bilimler, tıp, nükleer fizik vb.)   dünyanın hiçbir ülkesi, bölgeden gelen diplomaları tanımaya yanaşmaz oldu. Çünkü artık bu bölgelerde para karşılığı veya ilişkiler üzerinden diploma alınabildiği zamanla ortaya çıktı. Bu yanlış uygulamalar, bir dönemlerin efsane çalışmalarını üreten ve ABD ile rekabet edebilen tek ülke olan SSCB’den gelen bilim adamlarının itibarlarını yok olmaya ve üniversitelerini de akademik iflasa götüren yolu açmış oldu.

‘Deutsche Welle Türkçe’ haber sitesinde birkaç gün önce girilen bir habere göre, para karşılığında başkaları için tez yazmanın Türkiye’de 150 milyon TL büyüklüğünde bir pazara ulaştığı iddia edildi. Haberde alanlarına göre tezlerin 3 bin ila 20 bin TL arasında yazıldığı iddia ediliyor.

Haber ajansının büyüttüğü ölçekte bir hırsızlığın olduğunu düşünmesem de oldukça istisnai olarak bu tür iğrençliklerin yaşandığına, hiçbir emek alın teri ve göz nuru katılmaksızın para veya diğer çıkarlar karşılığında tez yazdırıldığına kulak misafiri oluyoruz. Fakat bunun ispatı oldukça güç… Çünkü aynen rüşvet suçlarında olduğu gibi gerçekler ancak iki taraftan birinin itiraf veya ihbar ve ispatıyla ortaya çıkıyor. Taraflar arasındaki çıkar ilişkisinin sonradan bozulması, bu tür tehlikeli ilişkilere girenlere ömür boyu diploma veya unvan iptali gibi tehdit oluşturuyor.

Bu tür bir ilişkinin, yazışmalar, para teslimi veya diğer ilişkiler üzerinden ispatı mümkün olsa da her iki taraf açısından bir suç oluşturan; resmi makamları aldatan; toplumda güveni sarsan; akademik üretimi baltalayan bu ahlak dışı uygulamayı  “alan razı, veren razı” cambazlığıyla geçiştirmeye çalışanlar olabilir.  Aslında suçların birçoğu da böyledir. Suç veya etik dışı bir ilişkide “alan ve verenin rızası” birçok suçu suç olmaktan çıkartmadığı gibi o eylemi de meşrulaştıramaz.

Aynı haberde, para karşılığı tez yazanların, bir süre sonra tez yazdıkları kişilerin ömür boyu taşıyacakları bu açıklarını kamuoyuna açıklayarak ifşa etme şantajıyla bu kişilerden daha fazla para “sızdırmaya” çalıştıklarını, yani ikinci bir suç daha işledikleri iddia ediliyor. İddialar üzerinde durulması gereken ciddi ve üniversitelerimiz ve akademik dünya üzerinde domino etkisi doğurma potansiyelini taşıyor.

Bundan dört yıl önce kendi bloğumda yayınladığım, “İntihal, Türk Akademik Hayatını Kısırlaştıran Bir Derttir” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi: “İntihal aslında, sadece mağdur ve fail taraflarını ilgilendiren bir mesele değil, bütün ülkenin patent, know-how, fikir ve düşünce hayatını yakından ilgilendiren etik temelli sosyal bir problemdir.”

İntihal kısmen veya bütünüyle çalmak ve tam anlamıyla bir hırsızlıktır.  Başkasına tez yazdırmak ise intihalin ötesinde bir etik problemidir. Başkasına tez yazdırmak ise intihal suçlaması olarak, kamu güveni aleyhine işlenen bir ihlaldir ve ilgililerin önüne her zaman koyulabilecek vahamette bir “hukuk ve etik dışı”lıktır.

Tez danışmanlarının bu konuda büyük sorumlulukları olduğu açık. Kalitesiz ve hırsızlık ürünü çalışmalara onay vermek, aracılık etmek herşeyden önce kişinin kendi mesleğine ve akademik dünyaya ihanettir.

Danışmanlar, öncelikle tezin aday tarafından yazılıp yazılmadığını yüzyüze görüşmelerle tartmalı;  sıkı bir intihal denetimi yapmalıdır. O alanda önceki çalışmalara atıflarla fikir ve emeğe saygı gösterilip gösterilmediğini; adayın çalışmaya ne derecede katkı sağladığını, tezindeki eleştiri ve sonuçlarıyla çözüm önerilerini inceleme yükümlülüğü altındadır. Tezin üzerinde tez yazarının adı ile birlikte danışmanın da adı yazacağından danışmanın kendi adını öğrenciyle birlikte yükseltmeye veya düşürmeye sebep olacağı unutmamalıdır.

Yaygınlaşan intihal ve başkasına tez yazdırma bu kalitesizliğin sadece bir kısmı… Bununla birlikte, aşağıda resmedeceğimiz kötümser tablonun dışına çıkmayı başaran 20 kadar üniversitenin varlığını da teslim etmek gerekir. Bu üniversitelerde nelerin yapılabileceğini ve hangi sınırların zorlanabileceği göstermeleri bakımından önemliler. Dünya üniversite sıralamaları bunun göstergelerinden sadece birisi…

Öteden beri bilinen ve şu anda akademiyi sarmış olan ve sıradanlaşan kalitesizlik doğuran ortam ve sebeplere birlikte bakalım:

Dünyadaki akışın tersine ihtisasa (uzmanlığa) saygının azalarak herkesin her işi yapabileceğinin düşünülmesi,Mevzuata açıkça aykırı olmasına rağmen teorik derslere araştırma görevlilerinin sokulması,Genç akademisyenin ilerleme ve gelişme sürecinde kendisine gerçekten rehberlik yapacak kıdemli akademisyenlerin yönlendirme ve desteğinden mahrum kalmaları,Öğretim üyelerinin ve genç akademisyenlerin akademik müzakere ortamlarının neredeyse hiç kalmayışı,Öğretim üyelerinin uzun süreli ve verimli ekip çalışmalarından ziyade, hızla sonuç alınabilecek daha pragmatik, bencil ve egosantrik akademik çalışmalara yönelmeyi tercih etmeleri;Akademinin birçok kişi açısından sıradan bir meslek, gelir kapısı veya iş adresi olarak görülmeye başlaması,İstatistiklerde yükselmek adına veya bazı üniversitelerin bütçelerinde bir gelir kalemi oluşturmak üzere yüksek lisans ve doktoralara kabuller ve seri üretim mantığı,Bir öğretim üyesinin aynı ders notlarıyla seviyelerine bakmaksızın lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencisine ve yerlerine bakmaksızın aynı konuları anlatması,Adayları hırpalamama, “müşteri! kaçırmama” adıyla adayların akademik çalışmaları üzerinde denetimin minimumda bırakılması,Akademisyenlerin ders öncesi ve sonrasıyla birlikte bir hazırlık yapmaları gerektirdiği düşünülmeden yükseltilen ders ve iş yükü ile çoğu yarım-yamalak işlenen dersler;

Organizasyon firmalarının gelir kapısına dönüşmüş olan ve yine çoğunluğu turistik mekanlarda yapılan sonuçsuz, faydasız ve bildiri kitapları bile basılmayan, sonuç önerileri olmayan sempozyum ve kongre trafiği;Topluma en rahat ve hızlı katkı sağlanabilecek ekonomi, hukuk, sanayi, ticaret gibi alanlarda yapılan hiçbir yenilik ve öneri sunmayan, orijinallik içermeyen sözde akademik üretimler,Bürokraside de olduğu gibi, ülke için elzem olan akademik olumlu eleştiri yapmakta aciz zayıf ve kifayetsiz kişilerin sadece “kalıp” ve “güler yüzleriyle” akademik kadroları işgal edebilmeleri,Üniversitelerin birçoğunda sağlıklı şekilde yükseltme, ödüllendirme ve cezalandırma sistemlerinin farklı gerekçelerle işletilememesi vb.Öğreten, katkı sağlayan, emek veren olmak yerine, yöneticilerden öğretim üyelerine kadar akademiyi, sadece “iyi adam” rolünü üstlenmeye teşvik eden bir gevşek ve denetimsiz bir ortamın varlığı,

Bu gerekçeler ve köşe yazısı sınırlarını zorlamamak üzere yazmadığım diğer gerekçeler, Türkiye’de üniversitelerin mevcut durumunu ve kalitenin neden bir türlü yükselmediğini göstermeye yeterli. Bu gidişi durdurmanın yolları çok açık ve başarılamaz değil…

(Devam edeceğiz…)