Şehirlerin de dili var mı kâri, şehirlerin de kaderi var mı? Onlar da gözyaşı dökerler mi? Nefes alıp verirler mi? Sorsak söylerler mi mesela? Konuşurlar mı bizimle? Hayal et ki öyle olsun. Mesela dile gelsin Karabağ, Serebrenitsa dile gelsin. Ah bir anlatsın neler gördüğünü, ne çileler çektiğini, ölümden beter ne hallere şahitlik ettiğini bir söylesin. “Siz devam edin savaşınıza! Bir köşede babası ölmüş bir çocuk ağlıyor” desin. Hem şikâyet eder mi bizden şehirler? Öte âlemde bizden şehirler de şikâyetçi olur mu? “Gücünüz yetiyordu gelmediniz” derler mi bize? Dili var mıdır bilmiyorum şehirlerin kâri. İnsanlara benzerler elbet. Orada yaşayan insanlara… Hem “şerefü’l mekân bi’l mekin” der eskiler yani bir yerin kıymeti, şerefi orada yaşayanlar sebebiyledir. Hem şehirleri insanlara benzeten ilk kişi değilim ben. İbn-i Haldun bundan bilmem kaç asır evvel “şehirlerde insanlar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler” der. Lakin kaderleri var. Ve bizim şehirlerimizin kaderleri hep birbirine benziyor. Bizim kaderimize benziyor onların kaderi de. Evvela minarelere düşüyor bombalar, bizim gönlümüze, vicdanımıza, inancımıza düştüğü gibi. Başlar en ziyade o vakit seccadelere düşüyor. Sonra biz ne denli batılı bir “barbara” (ki barbar yabancı demektir) benzetiyorsak kendimizi şehrimiz de o denli onların şehrine benziyor.

Gülmeyi unutmuş şehirler var kâri. Gülmeyi unutmuş ve tebessüme hasret şehirler. Dört mevsimden habersiz ve her vakit hazanı yaşayan şehirler. Misal ki bilmem kaç senedir bahar gelmemiştir Karabağ’a. Misal ki Grozni’de, Hocalı’da, Serebrenitsa’da, Gazze’de, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da şimdi ise Suriye’de, Türkmen Dağında gülleri ayaz vurmuş ve oradaki çocuklar gülü hiç görmemiştir. Hem ihtimal ki gülememişlerdir hiç. Ve belki de Kızılderili analarının yeni doğan çocuklarına yaptığı gibi nev-zuhur adetler peyda olmuştur onlarda da. (Kızılderili anneleri yeni doğan çocuklarının doğar doğmaz ağızlarını kapatırlarmış ağlamasınlar diye. Tam ellerini çekip de bebek tekrar ağlayacakken tekrar kapatırlarmış ağlamamaya alışsınlar diye. Zira ağlayan bir bebek kendini hedefe koyan bir av olurmuş) Ezan sesi kesilmiş, sağır edilmiş şehirlerdir onlar. Dudakları birbirine ilinmiş lal edilmiş şehirler. Ağlamadan doğan, ağlamak dahi ellerinden alınan çocukların şehri…

“Ruh” diyor bir büyük zat “göz penceresinden âlemi seyreder.” Ya şehirler? Bana öyle geliyor ki gözleri minarelerdir şehirlerin ve şehirler âlemi minarelerden seyreder. İşte o sebeple yıkar hasımlar minareleri ve gözlerini kör ederler şehirlerin. Demem o ki minaresiz bir şehir gözlerine mil çekilmiş, âmâ edilmiş âdeme benzer. Ve bizim şehirlerimizin gözleri her vakit çakır, göğe dikilmiş bakışıyla arz-ı endam eder ve etmelidir. Zira gözleri olmayan âdeme nasıl eksik diyorsan ve üzülüyorsan onun haline minaresi olmayan şehirde eksiktir kanaatimce.

Şimdi kâri, bir kendime bakıyorum bir şehrime. Karabağ’ın dağlarında gezen bir kara gözlü ceylanın ayak izlerine nazar kılıyor, Gazze’de Hz. Ömer’in izlerini arıyorum, sonra düşlerimde bakışları göğü delen bilgenin; Aliya’nın sesini arıyorum. Şehirler masum biliyorum. Bize benziyorlar zira. “Suçlu kim?” diye bile soramadan mahcup oluyorum, suçumu anlıyorum.

Benim aklım hala o kucağındaki bebeğinin dudaklarına parmaklarını bastıran ananın gözlerinde. Yavrucak susuyor lakin ben ağlayamayan bütün bebeklere ağlıyorum.