ANADOLU ve Mezopotamya, tarihin kadim medeniyetlerine ev sahipliği yapmış iki komşu coğrafyayı tarif eder.
Üzerlerinde konumlanan iktidarlar arasında tarih boyunca siyâsî, dinî ve iktisadî sebeplerle süregelen anlaşmazlıklar yaşanmıştır.
Nitekim Lidyalılarla Persler, Makedonyalılarla Medler (İskender-Dara), Romalılarla Sasaniler, Anadolu Selçukluları ile Moğollar, Timurlularla Osmanlılar ve de Osmanlılarla Safeviler arasında meydana gelen rekabet ve beraberlerindeki savaşlar, bu iki komşu coğrafyanın tarihsel dönüşüm süreçlerinde başat rol oynamışlardır.
16 ve 17. yüzyıllar, Devlet-i Âlî’nin ihtişamının zirve yıllarını işaret eder. 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı önemli bir Doğu politikası kurmuş ve Yavuz Sultan Selim Han, 1512’de aldığı tahtı 1520’ye kadar idare ederken, kısa sürede Doğu üzerine gerçekleştirdiği seferlerle tarih sahnesine silinmez bir iz bırakmıştır.
Sultan Selim, 1514’te çıktığı İran Seferi ile Çaldıran’da ağır bir yenilgiye uğrattığı Şah İsmail’e, esasında köklü devlet geleneğinin ne mânâya geldiğini tüm derinliğiyle anlatmıştır.
Ancak Şah İsmail’in bıraktığı sancı, bugün dahi etkilerini göstermektedir.
Şah İsmail hareketinin meydana getirdiği yıkım, bugün Ortadoğu coğrafyasının düştüğü durumun da bir bakıma sebeplerindendir.
Zira bölgedeki istikrarsızlık halkı etkilemiş, parçalanmalara yol açmış ve mezhep çatışmalarını körüklemiştir.
Yalnız “mezhep çatışması” deyip geçilecek bir nihâî nokta da değildir görünen.
Çünkü bu çatışma, beraberinde ayaklanmaları ve de savaşları meydana getirmiştir.
Bugünkü tabloya bakıldığında, söz konusu karmaşanın tohumlarının o günlerde ekildiği görülecektir.
Irak’ın kuzeyindeki referandum konusu bu pencereden incelendiğinde, karşımıza farklı pencerelerin çıkacağı muhtemeldir.
Bu pencerelerden biri olarak Mesud Barzani, İran’ın, IKBY bünyesinde bir Şiileştirme çabası içerisinde olduğunu belirtti.
Bilindiği üzere İran, söz konusu referanduma şiddetle karşı çıkarak, Bağdat Hükûmeti’nin gerçekleştireceği askerî bir müdahaleyi destekleyeceğini beyan etmişti.
Hatta Irak’ın kuzeyindeki bazı bölgelere top atışı yaptığı dahi belirtilmişti.
Hatta ve hatta, İran’ın gayriresmî askerî gücü olarak bilinen, fakat olağan durumda bir terör örgütü olmasına rağmen sırf “ABD listeye almadığı için” terörle ilintili sayılmayan Haşdi Şabi’nin bugünlerde PKK ile çatışmaya girdiğine dair haberler de verilmeye başlandı.
Barzani’nin PKK’ya karşı gösterdiği mücadele ve Haşdi Şabi’nin de Barzani karşıtı İran’la olan ilintisi ortadayken, PKK ile çatışan Haşdi Şabi haberlerinin kastını anlamak, oldukça farklı bir renk elde etmemizi sağlıyor.
İşte bu durum, bizim bu noktada yeniden, tam da Çaldıran’daki gibi düşünmemiz gerektiğini kulaklarımıza fısıldıyor!
Bu oyunda İran’ın bir yed-i beyzâ gibi göstermeye çalıştığı takiye eli, sahte bir projektörden yayılan ışığıyla gözleri kamaştırmaya ve böylece yanlış tarafta yanlış düşman algısı oluşturmaya programlı…
Peki, tüm gündemin “Barzani” ismine kilitlendiği referandum mevzuunda, yıllar öncesinden ezberlenen isimlerden biri olan “Talabani”nin bu düzlemde yâd edilmemesinin arkasında hangi sebepler olabilir?
Evet, İran’ın kurguladığı pozisyonda Talabani’ye verilen görev, Türkiye’yi oyalamaktır.
Zira İran, Barzani ile değil, bütün Kürtlerle çatışan bir Türkiye görmek arzusundadır!
Talabani’nin, İran’a yanaşmasının altındaki sebepse, İkinci Dünya Savaşı’nda bölgedeki egemenliğini büyük ölçüde küresel güçlerin ABD kartına kaptıran İngiltere’yi, bölgede yeniden tek hâkim pozisyonuna çekme noktasında edindiği vazifedir.
İngiliz, bu süreçte oyun dışı kalmak istemiyor.
Türkiye ise İran ve İngiltere’nin çektiği şaha karşı soğukkanlı olmalı, şaha şah çekme hamlesini elde etmelidir.
Zira tarih ve coğrafya diyalektiği, Türklerle Kürtlerin, küresel sistemin dengesi içinde bir olmasını âdeta “emretmektedir”.
Kürtlerin bu topraklarda var olmak adına yanlarında olan tek çıkış kaynağı ve müttefiki Türkiye’dir.
Kürtlerle ittifak, asla “PKK ile ittifak” şeklinde okunmamalıdır.
Bu coğrafya doğru anlaşılmalıdır; zira Türkler’in doğuya ve batıya yürüyüşünde, doğu ve güney koridorlarının sağlama alınması önceliklidir.
Eğer bu anlamda Türk milleti yeniden bir tarih yazacaksa, yazılacak bu tarihin senedini Kürtler taşımaktadır.
Yani bu kadim coğrafyada tarih, ancak bir Türk-Kürt ittifakıyla yazılabilecektir.
Türkiye bu çerçevede, bir taraftan İran’ın kozunu görmeli, diğer taraftan da Kürtlerden ziyade bizzat kendini kurtarmak isteyen Barzani restini hesaba katarak strateji belirlemeli ve bu denklemi kendi elemanlarıyla revize etmelidir.
Bu hamle, Irak’ın kuzeyinde ve hatta tamamındaki Türkiye sevgisine halel getirecek tüm etkenleri ortadan kaldıracaktır.
Bu mânâda “Çaldıran Paktı” düşüncesini esas almayacak Anadolu-Mezopotamya hukuku, İngiliz’in intikamına sahne olma tehdidiyle karşı karşıyadır!
İran’la yan yana verilecek herhangi bir fotoğraf, bu duruma zemin hazırlayacağı gibi, sadece küresel sistemi memnun edecek bir ölçüt de olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çeyrek asra yakındır girmiş bulunduğu yenilenme süreci ve kurucu ayarlara dönüş hareketi meyveye durma zamanına ermişken, devlet politikamız, müttefiklerin fikir teatilerine göre değil, savunduğumuz değerler bütününe göre şekillenecektir.
***
@mkulunk: “Savaş yakınımızda değil artık, doğrudan hedefiz! İllâ millet olarak birlik, illâ devlet-millet-ordu hâlinde el ele olmak zorundayız! Ayrı gayrı yok!”