KÜRSÜDE KALAKALDI
Hatip, Gönüller Sultanı’nı anlatma cüreti ile kaleme alacağı metin için iki hadis seçti kitaptan. İlk hadisi yazdı usulca: Enes(r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ben size babanızdan, çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça (tam manasıyla) iman etmiş olmazsınız.”
Sonra yazacağı ikinci hadisi buldu ve yazdı:
Abdulah bin Hişam (r.a) anlatıyor: Peygamber Efendimiz ile beraberdik. Rasûlullah, Hz. Ömer(r.a)’in elinden tutuyordu. Hz. Ömer O’na: “Yâ Rasûlallah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Hayır! Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki; Ben sana, nefsinden de daha sevgili olmalıyım.” dedi. Hz. Ömer ise: “Vallahi, şimdi sen bana nefsimden de daha sevgilisin.” dedi. Peygamberimiz şöyle karşılık verdi: “İşte şimdi oldu ey Ömer!”
Hadisler üzerinde düşünmeye başladı. Peygamber sevgisini anlatmak için bundan daha iyi hadisler seçilemezdi. “Belagat ile süslenmiş cümlelerin neresinden başlamalı acaba” dedi.
Teşbihler, mecazlar, kıssalar… Öyle bir metin olmalıydı ki; okuyan herkes çok beğenmeli, dinleyen bir daha dinlemek istemeliydi. Camideki yaşlı amca, ekran başındaki teyze, konferans salonundaki genç, kendini Hz. Ömer’in yerine koymalı ve Efendimize olan sevgisini tüm zerrelerinde hissetmeliydi. Onu, sahip olduğu her şeyden daha çok sevmeliydi. Hatta nefsinden, canından bile daha çok…
Sonra ne olduysa, hayalinde canlandırdığı kişiler birer birer kaybolmaya başladı. Camideki beli bükülmüş o yaşlı amca namazı beklemeden çıktı. Ekran başındaki nur yüzlü teyze, televizyonu kapattı ve komşuya gitti. Salonu dolduran gençler sıkıldı ve arka sıralardan başlayarak salonu boşalttı. Hatip kürsüde kalakaldı. Şimdi sahnede Hatip ve dün akşam seçtiği iki hadis vardı.
“BABACIĞIIMM”
Kalemi elinden bıraktı. Koltuğuna yaslandı. Gözleri odanın içini süzüyordu. Nasıl devam etmeli? Ya da devam etmeli mi? Odanın duvarına yerleştirilmiş, kendisinin bile içine sığacağı büyüklükteki televizyonu takıldı gözüne. Taksitleri daha bitmemişti. Ucuza getirmek için teknoloji mağazalarının indirim günlerini nasıl takip ettiğini hatırladı. Akıllı telefonu da televizyonun yanında hediye vermişlerdi. Nerdeyse bir yıl olacak ama ikisinin de üzerinde bir çizik bile yoktu. Belli ki dikkat gösteriliyordu. Sonra arabasının anahtarına takıldı gözleri. Bir anda 3 yıl öncesine gitti. Maaşından kıt kanaat biriktirdiği onca parayı verip almıştı arabasını. İlk gün evdeki sevinci ve eşini alıp çıktıkları şehir turunu hatırladı. Yüzünde bir tebessüm belirdi.
Zihni onu zorluyordu. Bir türlü önündeki yazıya odaklanamıyordu. Bu sefer oturduğu bu evi alırken yaşadığı zorluklar gelip yerleşti zihnine. Babasından, kayınpederinden, eşten dosttan aldığı paralarla almıştı bu evi. Borçlarını ödemesi yıllarını almıştı. Çok seviyordu evini. Küçük ama şirin bir daireydi. Hepsinden öte yuvaydı işte… Bu defa “yuva” kelimesine takılıp kaldı. Yuvayı dişi kuş yapar demiş ecdad. Mutfakta çay yapan eşini düşündü. İlk karşılaşmalarını, ailelerin tanışmasını, sözlenmelerini, nişan yüzüğü bakmalarını ve düğünlerini… “Onca yıl nasıl da bir çırpıda geçti gitti öyle!” deyip hayret etti. Onca yıla rağmen sevgisinin eksilmemiş olmasına ise hiç hayret etmedi. Masanın üzerinde duran boya kalemlerinin dağınık halini görünce dalıp gittiğini farketti. “Bu çocuklar ne zaman öğrenecek düzenli olmayı” diyerek kalemleri toparladı. Ama bu sefer de oğlu ile kızı geldi aklına. İlk önce kızı gelmişti dünyaya. Sonra oğlu. İlk günlerinden okul günlerine kadar yıllar bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Yavruları onun her şeyiydi. “Babacığıımm” deyip kucağına koşmaları dünyanın tüm zevklerine değerdi. Bunca çalışması, yorulması, ezilmesi hep onlar içindi. Canından bir parçaydılar. Canını feda edecek kadar seviyordu onları…“Baba” kelimesi haritanın çok uzağına, tâ doğduğu köye götürdü onu. Annesi ve babası da kendisini çok severdi. Tıpkı diğer kardeşlerini sevdikleri gibi. Vefat eden annesinin merhamet dolu bakışları canlandı gözlerinde. Saçını süpürge edip okutmuştu onları. Onca zorluk onca yokluk içinde nasıl başarmışlardı bunu? Cevabı sır değildi: Sevgiydi zoru kolaylaştıran, dağları düze çeviren. Rahmetle ve hüzünle andı annesini. Küçükken, daha henüz kendi oğlu yaşlarındayken babasının eve gelişlerini hatırladı. Kapı çalınca koşarak kapıyı açtığı, babasının kucağına zıplayıp “babacığıımm” dediği günleri… Ve babasının eski paltosunun cebinden çıkarıp kendisine verdiği şekerleri… Hep çok sevdiği ve güvendiği babası, şimdi hasta ve yaşlı bir adamdı.
BEN PEYGAMBERİMİ NEYİM VE KİMİM KADAR SEVİYORUM?
“Yaşlı bir adam” deyince bir anda irkildi. Camide namazı beklemeden çıkan adam tekrar canlandı zihninde. Önündeki yazıyı hatırladı. Ne zamandır masadaydı ama daha tek satır yazmamıştı. Sadece iki hadis vardı önünde. Hadisleri bir kez daha okudu. İkinci hadiste Peygamber Efendimizin Hz. Ömer’e (r.a) söylediği cümleye dikkat kesildi: “Hayır! Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki ey Ömer, Ben sana, nefsinden de daha sevgili olmalıyım.”
Eline kalemi aldı, sayfanın bir tarafına alt alta televizyon, telefon, araba, ev yazdı. Sonra eşinin, çocuklarının, kardeşlerinin, babasının ve annesinin isimlerini sıraladı. En sonuna da kendi ismini ekledi. Listelediklerini ne kadar sevdiğini düşündü. Sayfadaki bu isimler için yapabileceği fedakârlıkları…
Sayfanın diğer tarafına Arapça “Muhammed” yazdı.
Sonra o can alıcı soruyu sordu: Ben Peygamberimi neyim ve kimim kadar seviyorum?
Cevap veremedi mi vermedi mi bilinmez ama ağzından tek kelime çıkmadı. Gözlerini kapattı ve Ömer’i düşündü. Aralanan dudaklarından bir cümle duyuldu belli belirsiz: “Ömer olmak çok zormuş!”
Kalemi eline aldı ve hadislerin altına bir tek cümle yazdı.
Yarın hitap edeceği kişilere tek bir cümle söyleyecekti:
“DOSTLAR! ÖMER OLMADAN ÜMMET OLAMAYIZ. ÜMMET OLAMAZSAK…”
Cümleyi bitiremedi… Korkmuştu…
(Efendimizin doğumu cümle cihana hayırlar getirmiştir. Hayırdan nasiplenebilmek temennisiyle Kutlu Doğum hepimize mübarek olsun!)