Tüm insanların Rabbi olan Allah Teâlâ, farklı inançlardan olsa bile ortak iyilikte bir araya gelinebilecek insanlarla diyalog kapılarının kapatılmamasını ve iletişimin sürekliliğini salık verir. Örneğin Örümcek suresinde, kendilerine kitap verilen diğer din mensuplarıyla nasıl iletişim kurulması gerektiğine dair müminlere metodolojik bir perspektif sunar:
“İçlerinden zulmedenler bir yana, Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yolla mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.”
Mezkur ayet-i kerimede gözden kaçırılmayacak husus; ehl-i kitabın içinden zulmedenlerin istisna kılınmasıdır. Zalimlerle musalaha değil, mücadele hatta mukatele edilir. Zira Hayrettin Paşa diyeceğini demiştir: “Haddini bilmeyene, haddini bildirmek fukaraya kaftan giydirmek gibidir.” Müminlerin vazifelerinden biri de zulüm ve baskı yani fitne ortadan kalkıp Allah’ın dini arzda egemen oluncaya kadar şer ehliyle her tür yöntemle mücadele etmektir.
Bugün dünyanın yarısından fazlası, semavi dinlere mensup insanlardan müteşekkildir. Totalci bir yaklaşımla tüm gayr-ı müslimleri, bilhassa kitap ehlinin müntesiplerini kategorize etmek, kötücül ve totalci bir tablo çizmek Kuran’ın değerler manzumesine (aksiyoloji) aykırıdır. Kuran, ehl-i kitabın içinden müminlere en çok düşmanlık edenlerin Yahudiler ve müşrikler olduğunu söyler. Aynı Kitap Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp da salih amel işleyenlerin Rableri katında ödüllendirileceklerini belirtir. Gözlerin yerlerinden fırlayacağı, evladın babayı, babanın evladı tanımayacağı dehşetli bir günde, onlar için ne bir korku ne de bir mahzunluğun yaşanacağını müjdeler.
Bununla birlikte pek çok müfessir ayette sözü edilen zümrenin, son elçiden evvel yaşamış ve nebilere sadakatini muhafaza eden kimseler, olduğu dip notunu düşerek tartışmalı bir tahsis yaparlar.
Mushaf’ın başka bir yerindeyse ‘ehl-i kitap içinde, müminlere sevgi bakımından en yakın duranların Hristiyanlar’ olduğu vurgulanmaktadır. Ayete göre bunun sebebi, onların içinde alimlerin ve rahiplerin bulunması ve kibirlenmek gibi tiksindirici bir özelliği karakterize etmemiş olmalarıdır. Burada, Yahudilerin obez egosuna ve kibrine dönük bir kınamanın, zımmen ifade edildiğini söyleyebiliriz. Müfessirler Maide 82’de yer alan bu ayetin, Habeş kıralı Necaşi ve taraftarları hakkında nazil olduğunu belirtse de Kuran’daki hiç bir ayetin, tarihi bilgi aktarmak için inmediğini hatırlamanın vaktidir. Öyleyse bu ayetin bize kavratmak istediği mana nedir?
Bugün küresel fotoğrafa baktığımızda, Müslümanlara besledikleri husumette Yahudilerle Hristiyanların pozisyonunun eşitlendiğini inkar edemeyeceğimize göre, Kuran’ın bize bahsettiği “yakınlık”, belki de sadece epistemolojik bir yakınlıktır. Doğrusunu Allah bilir.
Müslüman, Rabbinin ontolojik terbiyesini baştan kabul ettiğine göre, O’nun bak dediği yerden bakan, gör dediğini görendir. İnsan ne kadar çok Kuranla hemhal olur, onun mesajını özümser ise spontane bir şekilde Kuran’ın mantığı ile düşünüp hareket etmeye başlar. Bunun için özel bir çaba sarf etmesine gerek kalmaz. Hak onun gören gözü, düşünen aklı olur. Çünkü Allah Teala bildiklerinin mahkumu olanlara, bilmediklerini öğretip hikmetle hükmedebilmeyi vaat etmiştir. Bu öğretme, kimilerine göre ledünnî bir ilmin verilmesi yoluyla gerçekleşirken kimilerine göre de kulun bilemediği hususlarda cehlî hatalara düşmekten korunması şeklinde gerçekleşir. Haddizatında aklı selim ile hareket etmenin tezahürleri olan basiret ve feraset, başlı başına bir hikmetin eseridir.
Meçhul arifin dediği gibi; akıl da bir nebidir.
Baki selam…