Mehmet Yaşar Soyalan’ın ilahi vahyin mahiyetine ilişkin uzun soluklu çalışmaları “Vahyin Dili ve Terimleri” isimli son eseriyle okuyucu ile buluşmuş oldu. Bu haftaki yazımızda müellifin Ağustos 2017’de ilk baskısı gerçekleştirilen eseri için son söz yerine kaleme aldığı genel değerlendirmeyi sizlerle paylaşarak sizleri bu kıymetli çalışmadan haberdar etmek istedim.

Vahiy, inzal, kitap, ayet, beyan, burhan, hadis, rüşd, hidayet vb. elli farklı terimi detaylıca inceleyen eser, insanları ötekileştirmeyen bir rahmet diline sahip olan Kur’an-ı Kerim’in bir hedef ve amaca binaen vahyedildiğini, ilk muhatabının özel şartlarını ve kültürel kodlarını da hesaba katarak ilahi vahyi onun anlayacağı şekilde kendi dilinde gönderdiğini, mesajını tasvirî bir dil kullanarak muhatabına ulaştırdığını, Arap dilinin edebî teknik ve yöntemlerini nasıl kullandığını örnekleriyle açıklamaktadır.

İlahi vahyin bütünüyle Allah tarafından “ilka” edildiğine inanmak

“İncelemeye ve analiz etmeye çalıştığımız elli terim, ilahi vahyin, “ne”liği ve “nasıl”lığı yanında, onun şehadet ve gaybi alana ait konum ve yapısını da farklı boyutlarıyla ortaya koymaktadır. Hatta bu terimler, bir bütün olarak ilahi vahyin geçmiş, an ve gelecektasavvuru hakkında da muhatabına temel bir bakış açısı vermekte, bir çerçeve çizmektedir.

Öncelikle şunu söylememiz gerekir ki, ilgili terimlerin bize gösterdiği en temel şey, bu ilahi vahyin, Resul’ün iradesi ve tasavvuru dışında, onun söz, düşünce ve konuşmalarıyla karışmadan, ondan bağımsız olarak, onun zihninde oluşmuş/oluşturulmuş ve onun diliyle Arapça bir okuma olarak ilk muhataplarına ulaşmış olduğudur. Resulullah dâhil ilk muhatapların da (inananı ve inanmayanı ile birlikte) ilahi vahyin kendi kültürlerinin bir parçası olan ana dilleriyle ve bu dile ait deyim ve terimlerle kendilerine seslendiği konusunda bir şüpheleri bulunmamaktadır. Bu nedenle onu anlama, kavrama, içselleştirme ve muhataplık konusunda bir sorunla karşılaşmamışlardır.

Yine bu kelime ve terimlerin Mushaf içindeki kullanımlarından anlıyoruz ki, hem Resullulah hem de inanıyla inanmayanı ile ilk muhataplar, bu ilahi vahyin Abdullah oğlu Muhammed’in (sas) kendi sözü olmadığı, kendisine dışarıdan ‘atılan’ bir söz olduğu konusunda hemfikirdirler.” (s.500).

İlahi vahyin ‘İlahi Kelam’dan ibaret olduğunu kabullenmek

“Vahiyle ilgili kelimeler, gerek ilahi kelamın kendisini ifade etsin, gerek bu ilahi kelamın iniş sürecini anlatsın, gerekse bu ilahi vahye aracılık edeni/edenleri tanımlasın veyahut ilahi vahyin muhtevası ile ilgili olsun, her zaman, Allah’tan Resulü’ne/resullerine verilen/indirilen şey olarak, yani ilahi kelam anlamında kullanılmış veya onunla ilişkilendirilmiştir. Başka bir deyişle, bu kelimelerden hiç birisi, Resullere, kendilerine verilen ilahi kelam hariç, kendileri ile herhangi bir şekilde iletişime geçildiği veya başka bir vahiy/bilgi/haber/işaret verildiğini ifade edecek bir bağlamda kullanılmamıştır. Hiçbirisi böyle bir olay veya olgu ile ilişkilendirilmemiş, böyle bir olayı veya olguyu anlatmada bir araç olarak kullanılmamıştır. (s.501).

İlk muhataplar ya da incelediğimiz kelimeler nezdinde yahut ilahi vahyin hiçbir aşamasında veyahut Mushaf içindeki hiçbir pasajda Kur’an dışı vahye ait bir atfa rastlamıyoruz. Yani bu terimlerle veya bu terimlerden bağımsız olarak ilahi kelamın hiçbir yerinde beşer ile Yaratıcı arasında ilahi kelamın vahyedilmesi dışında farklı bir vahyin veya iletişimin varlığına yahut olgusuna ait herhangi anlayış veya bir atıf söz konusu olmamıştır.

Vahye ilişkin elli civarındaki bu terimler, Yaratıcı-yaratılan/beşer ilişkisinin, Yaratıcı’nın rahmetinin ve inayetinin bir tecellisi olarak ancak ilahi vahiy şeklinde tecelli ettiğini, ilahi vahyin de yukarıdan aşağıya doğru tek taraflı olarak resulün iradesi dışında onun zihnine ilka/hazır bulma şeklinde gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.

Yine bu terimlerle Resulullah’ın zihnine ilka olunan bu ilahi vahyin ilk muhatapların pek çoğunun sandığı gibi cin kaynaklı bir söz değil, kaynağı Yüce Yaratıcı olan muhkem/sapasağlam bir söz olduğu, bu söze dışarıdan herhangi bir katışma ve müdahalede bulunulmadığı, yabancı bir el değmediği, onun tertemiz/mutahhar aracılar/resuller tarafından taşındığı ifade edilmiştir…

Vahye ilişkin terimlerin pek çoğu ilahi vahyin zihninde toplandığı resullerin, beşer bir resul olarak, olağanüstü bir güce ve konuma sahip olmadıkları, örneğin gaybı bilmedikleri, ölümlü oldukları, diğer insanlar gibi doğa kanunlarına/ilahi yasalara tâbi oldukları, toplumları içinde, işinde gücünde emin bir beşer/insan olarak yaşadıkları, özellikle Resulullah Muhammed söz konusu olduğunda kendisine ilahi vahiy dışında bir mucize/ayet verilmediği de ifade edilmektedir.” (s.502).

Hakkı bâtıldan ayıran Kur’an’ı hayat rehberi olarak benimsemek

“Kur’an’daki vahye ilişkin terimler ve bu terimlerin geçtiği pasajlar, ilahi vahyin amaç ve hedeflerine yönelik tespitler ortaya koymakta, onun insanlık için hakkı bâtıldan ayıran bir furkan/kılavuz, bir beyyine, bir delil/ayet, bir otorite/sultan, kendisine inananlar için bir rehber/hâdi, rahmet, nimet, bir ümit ve kurtuluş olduğunu ifade etmekte, onda muhkem ve müteşabih olarak Allah’ın iradesinin/muradının her yönü ile ortaya konduğunu ifade etmekte ve bunları örneklerle açıklamaktadır.

Yine bu terimler ilahi vahyin tabiatına/doğasına dair de pek çok ipucu vermektedir. Örneğin onun sözlü bir metin, bir hitabe şeklinde tecelli ettiği, Yaratıcı’nın amaç ve iradesine uygun olarak bir süreç içerisinde muhatabını karanlıklardan aydınlıklara çıkaran bir hâdi/hidayet rehberi olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde bu terimler, gayb ve şehadet alanı hakkında konuşan bir hitabe olarak onun, muhatabını ikna etmek için pek çok yöntem kullandığı, tasvirî bir anlatım yanında tekrarlı ve karşıtlı bir anlatım diline sahip olduğunu da ortaya koymaktadır.

Yine bu terimler doğrudan veya dolaylı olarak, ilahi vahyin/ilahi kelamın içeriğine/muhtevasına dair tespitler de vermektedir. Öyle ki bir bütün olarak ilahi kelamın/Kur’an’ın muhtevasına dair açıklamalar ve ipuçları yanında, onun iyi ve kötü olarak gördüğü şeylerin mahiyeti ve genel ilkeleri hakkında da açıklamalarda bulunmaktadır. Ayrıca bunlara dair örneklerle muhatabından neler istediğini, nelerin yapılmasını tavsiye edip/emredip nelerin yapılmasının hoş karşılanmayıp yasakladığını ve ona neler vadettiğini de ortaya koymaktadır.” (s.503).

Vahiy ile ilhamı birbirine karıştırmamak

“Vahiy ve ilham çok zaman birbirinin yerine kullanılsa da, ontolojik düzlemde benzer olgulara işaret etse de vahiy hem din dili açısından hem de olgunun mahiyeti açısından daha özel ve teknik bir duruma işaret eder. Nitekim tarihi ve toplumsal bir miras ve tecrübenin bir sonucu olarak “vahiy” ve ilham”ın farklı şeyler olması gerektiğini de biliriz. Vahyi ilhamdan ayıran şey, vahiy veya ilham ürünü olarak kabul edilen söz ve metinlerin kendileri olmalıdır. Bunu biraz daha açarsak şunları söyleyebiliriz:

Vahyi ilhamdan ayıran şey, dili, üslubu, muhtevası ile birlikte metin/hitabe/söz olarak muhatap üzerindeki etkisi ve gücüdür.Vahiy ve ilhamı zihninde toplayan/meczeden ve ilk defa muhataba ulaştıran kişi/lerin konumu, ona sadakati ve onunla ilişki biçimidir.Muhataplarının tutumu, yani ilhamdan farklı olarak muhatapların vahyi bir iman objesi olarak görmeleri ve ona karşı duydukları saygı ve sadakattir. (s.504).

Bu durumda vahiy ister aracı olan resul ve ister ilk muhatabı tarafından Yaratıcı’nın, iradesini muhatabında tecelli kılması olarak kabul edilen şey olarak ele alınabilir. Peki, Yaratıcı’nın iradesinin bir vahiy olarak Kur’an’da tecelli kılınmasının anlamı ve bu iradenin mahiyeti nedir? Konuyu son ilahi vahiy Kur’an özelinde değerlendirelim. Kur’an’ın, Yüce Yaratıcı tarafından seçilmiş Resul Muhammed’e ilka edildiğine inanan bir mü’min olarak bu iradenin, bu İlahi Kelam’ın muhtevasını oluşturduğunu ifade edebilirim.

İlahi vahiy, Fazlur Rahman’ın da dediği gibi Resul’ün zihninde hem “anlam” hem de “lafız” olarak oluşmuş olmalıdır. Çünkü Resul’ün zihnine “ağır bir söz/kavlen sakilen” atılacağının/ilka edileceğinin ifade edilmiş olması, Resul’ün muhataplarına okuduğu şeyi zihninde hazır olarak bulmuş olmasını gerekli kılar… Esas olan, ilahi vahiy olan ve bugün elimizde Mushaf olarak bulunan Kur’an’ın Resulullah Muhammed’in ağzından Yüce Yaratıcı’ya ait bir kelam olarak muhataplarına ulaşmış bir metin/hitabe olmasıdır. Bu durumu, yani ilahi iradenin bir yaratılmışta/beşerde nasıl tecelli ettiğini şu ayetler de benzer bir şekilde dile getiriyor:

“Muhakkak ki, o (Kur’an) Âlemlerin Rabbi’nin indirmesidir. Onu, uyarıcılardan olman için, apaçık Arapça bir dil ile senin kalbine güvenilir bir vahiy olarak indirmiştir. Bu durum öncekilerin kitapları için de geçerlidir. İsrailoğulları bilginlerinin bu durumu/bu olguyu biliyor olması, onlar için yeterli bir kanıt değil midir? Onu Arap olmayan birine indirseydik ve o bunu okusaydı ona inanmazlardı.” (Şuarâ 26:192-200). (s.505).

Bu ilahi kelamın elimizde Mushaf olarak mevcudiyeti ve kesintisiz süregelen Müslüman gelenek ve toplumsal tecrübe, Hz. Muhammed’in kendisine gelen, yani kalbinde/hafızasında bir fikir, bir söz olarak toplanan bu ilahi kelamı, geldiği gibi/olduğu gibi muhataplarına aktardığı fikri tarihi ve toplumsal bir gerçeklik olarak yaşayagelmektedir. Yine bu şahitlik, onun kendi zihnine ilka olunan bu sözü (kavl), o dönemin ve o coğrafyanın bir geleneği ve vahyin doğasının bir gereği olarak muhataplarına/çevresindekilere yine bir söz olarak aktarmış olduğunu da ortaya koymaktadır. Aynı şekilde o, aktardığı bu sözü, kendi sözlerinden, kendi tecrübesinden bağımsız olarak gerçekleştiğinin bilinciyle, ancak kendi zihninin ve yüreğinin iman ettiği bir gerçeklik olarak muhataplarına ulaştırmış olmalıdır.

İşte bu ilahi vahyin inzalinin üzerinden 1500 yıl gibi bir süre geçmiş olsa da onun otantikliği/muhkemliği ve sağlamlığı/mevsukiyeti hakkında önceki yüzyıllara oranla daha net konuşabilmekte, daha net deliller ortaya koyabilmekteyiz. En temel kanıtımız da Mushaf’ın kendi varlığıdır. Dolayısıyla Mushaf’a dönmüş bu hitabenin kendisinin ve imani bir gerçeklik olarak muhataplarının varlığının başlı başına bir delil olması yanında, bugün ilahi vahyin içeriği/muhtevası ile ilgili edebî, semantik, hermenötik, dilbilimsel, tarihi okumalar/analizler yapılarak, hatta Mushaf malzemelerinin kimyasal analizleri yapılarak otantikliğinin ve muhkemliğinin ortaya konabilme imkânı söz konusudur…

Yaratılışın özünün ve karakterinin özgürlük içinde uyum, işleyişinin hayr/iyilik/rahmet, amacının ise sorumluluğun tecellisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, yani yaratılıştaki bu öz ve amaç, Yüce Yaratıcı’nın bir yaratışı, iradesinin tecellisi olan vahiy için de geçerli olsa gerektir. İşte vahiy de, bu gerçekliği unutan ‘evrenin oyun ve oynaştaki akıllı ve sorumluluk sahibi varlığı’na bu hakikati hatırlatmanın en temel aracı veya araçlarından biri olsa gerektir.” (s.506).

Vahyin tüm insanlığı, tüm zamanları ve tüm mekânları kuşatan kapsayıcılığını görebilmek

“Eğer vahyi, tüm insanlığı, tüm zamanları ve mekânları kuşatan, kavrayan bir olgu olarak görürsek bu, vahyin hakikati hatırlatmanın “en temel aracı” olarak kabul edildiği anlamına gelir.

Eğer vahyi belli zaman ve mekânlarda, belli topluluklara bu hakikati anlatan bir olgu/tecrübe olarak görürsek, o zaman vahiy, bu hakikati anlatan “araçlardan biri”ne dönüşmüş olur.

Eğer amaç insana bu hakikati anlatmak, bu gerçeklik konusunda onu uyarmak ise ve Yaratıcı bu anlatma ve uyarıyı “vahy” olarak tanımlıyor, bu vahyi de kendisinin rahmetinin bir tecellisi olarak ifade ediyorsa, üstelik muhatap tüm zamanlardaki ve coğrafyalardaki insan nesli ise, o zaman, bu rahmetin tecellisinin farklı üsluplarda, tonlarda, şekil ve formatta gerçekleşmiş olabileceği imkânını da işaret eder. Bu olabilirlik, bu imkân, onun ezelden beri tüm insanlığın Rabbi olması yanında gerçekten âdil bir Rabb olması ile de ilgili olsa gerektir. Allahu a’lem.” (s.507).

Kaynak:

Mehmet Yaşar Soyalan; Vahyin Dili ve Terimleri, İşaret Yayınları, İstanbul, Ağustos 2017, 520 s.