Son yüzyılda en çok tartışılan ve kültürel söylemlerin üzerine odaklandığı konu ümmetin nasıl ıslah edileceği meselesi olmuştur. Bu meyanda gerek İslamcılar gerekse İslamcı olmayan aydınlar, ümmetin uyanıp yeniden ayağa kalkmasını garanti ettiğini düşündükleri çeşitli çözüm önerileri de sunmaya çalışmıştır. Ancak bu söylemler içeriden başlayan ve özeleştiriye dayanan eleştirel görüşler değil, Batı’da gerçekleşen Rönesans’a tepki olarak ortaya çıkmıştır. Böylece düşünürler yeniden doğuşu hedefleyen söylemler peşinde koşarken yıllar geçip gitti ve biz de bir türlü yakalayamadığımız kalkınmanın peşinde nefesimizi boşa tüketmiş olmakla kaldık.
Asıl problem, ümmetin yeniden yapılandırılması söyleminin -ister İslamcılar isterse diğerleri tarafından geliştirilmiş olsun, ister kasıtlı isterse cehalet kaynaklı olsun- yozlaşmış bir teori olmasıdır. Çünkü ümmetin ıslahı fikri esas olarak geri kalmışlığın sorumluluğunu topluma yüklemektedir. Dolayısıyla bu söylem toplumun yöneticilerini, egemen siyasi ve askerî elitleri ve ‘ümmetin ıslah edilmesi’ söyleminden yararlanan diğer kesimleri zımnen ibra etmektedir.
Aynı nedenle sultanlara bağlı âlimler, şeyhler ve hocalar ülkedeki temel sorunun halkın dinî noksanlarından kaynaklandığı görüşünü savunmuşlardır. Laikler de yeni bir yöntem olarak gruplar ve partiler oluşturmak suretiyle toplumun içeriden yeniden inşa edilebileceği fikrine ortaya atmışlardır. Daha sonra İslamcılar da onlara katılmış ve aynen laikler gibi çeşitli grup ve partiler kurmuşlardır. Her iki kesim zımni olarak, temel problemintoplumda olduğu ve toplumun mutlaka değişmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Her iki kesim de toplumun bir kalıba, çerçeveye, partiye girmesi gerektiğini savunmuştur. Böylece uzun zaman geçti ama ne İslamcılar ne milliyetçiler ne de solcular toplumu bütünüyle kendi sandıklarına doldurmayı da başaramamıştır.
Özetle söyleyecek olursak:
Batı Rönesans’ına yol açan asıl unsur haklar meselesidir. Bu süreçte haklarını elde etmeye başlayan insanlar hem düşüncelerini hem de gelir ve servetlerini artırmışlardır. Böylece kalkınmayı ve ilerlemeyi başarmışlardır. Oysa bizler Doğu’da olayları çok farklı bir gözlükle seyretmişiz. İnsan haklarını nasıl geliştireceğimiz ve insanlara haklarını nasıl verebileceğimiz konusunda kafa yormak yerine halkı suçlamaya devam ettik ve geri kalmışlığımızın sorumluluğunu onların omuzuna yüklemeyi tercih ettik!
Ayrıca toplumu ıslah fikri Doğu’da ‘ümmetin hakları’ fikrinin öncelikli bir alternatifi olarak gündeme gelmiştir. Bu yaklaşım ümmeti iki tür çatışmanın içine sürüklemiştir: Birincisi; dindarların yönettiği ve savaşımlarının dini muhafaza etmekle kemale ereceğini savunan, bu amaç uğrunda solcu ve milliyetçi gruplara karşı hâkim otoriteyle uzlaşan akımdır. İkincisi ise mevcut rejimlere ve İslamcılara karşı şiddet ve öldürme yöntemine de başvurmaktan çekinmeyen ve birçok ülkede kan dökerek iktidarı ele geçiren laiklerdir. Ama onlar da ne dini ortadan kaldırabildiler ne laik bir toplum oluşturabildiler ne de kalkınmayı başarabildiler!
Biz Doğuluların dine karşı aşırı bir hassasiyetimiz söz konusudur. Rönesans çağına ilişkin de son derece yanlış yorumlara sahibiz. Batı, kalkınmak için vatandaşlarına haklarını vermiştir. Baskıcı zorba güçlerin hegemonyasını kıracak ve kalkınmayı gerçekleştirecek olan işte budur. Kilise ile ortaklarının hegemonyası bu şekilde kırılabilmiştir. Bize gelince, bizim bütün derdimiz; hakları çiğnemeye devam eden halkımızı İslamcılar olsun diğerleri olsun (baskıcı üst akılların) hegemonyasından kurtarmanın bir yolunu bulmaktır.
Nihayetinde ordunun, milliyetçilerin ya da İslamcıların hükümet tecrübeleri göstermiştir ki, bizim ülkelerimizde insana ve topluma reva görülen muamele hep onun yeniden terbiye edilmeye ihtiyaç duyduğu yönünde olmuştur.
Ümmetimiz gayet iyi… Toplumumuz, egemen seçkinlerimizden çok daha iyi ve ıslah olmuş durumdadır. Ümmetimizin, (Müslüman toplumun) tek ihtiyacı sadece haklarını elde etmektir.
Çeviri: Fethi Güngör