Televizyonu açıyorsunuz, bölünme haberlerinden başka bir şey duyamıyorsunuz. Twitter’a kaçıyorsunuz kıdemli gazetecilerin bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarıyla karşılaşıyorsunuz. Huzur ve sükûnet için bir yol arıyorsunuz ama bulamıyorsunuz.
Özellikle Akdeniz’in doğu ve güney kesimlerinde yer alan ülkelerimizin tamamı savaş ve meydan okuma kültürüne yatkındır. Diyalog dili neredeyse hiç yok. Ortaçağ’da yaşıyor gibiyiz. O dönemlerde bir erkek çocuğun doğumu kabile için büyük bir sevinç kaynağı olurdu. Çünkü savaşçılarının sayısını artıracak yeni adaylar eklenirdi kabileye. Aynı gerekçeyle rakip kabilenin ölen bir ferdi de sevinç kaynağı oluyordu. Çünkü karşı karşıya bulunduğu cepheden bir asker eksilmiş oluyordu. Sanki hayat öldürmek için vardı. Bu görüntüsüne rağmen yeryüzünün bu bölgesinin enbiya kültürüyle mütenasip bir hayat sürdüğünü iddia etmek ne kadar da aykırı bir iddia olur! Bu durumda şu soru ortaya çıkıyor: Peki, nerede bu kültür?
Memleketlerimizde ülke bütçesinin yüzde 80’inden fazlası orduya gitmektedir. Oysa bu ordularımızın on yıllardır onurlu tek bir savaş verdiğini söyleyebilmemiz zordur. Tam tersine, bu ordular kendi halklarıyla savaşmaktadır. Yöneticiyi ve rejimi korumayı görev edinmiştir ordularımız, halkı değil. Oysa kabarık faturayı ödeyen hep halktır, ama bunun kendilerine bir dönüşü olmamaktadır. Ordularımız halkı değil seçilmemiş ya da şaibeli yollarla seçilmiş otoriteyi koruyorlar.
Modern devletlerin doğuşunun üzerinden on yıllar geçti, iletişim araçları oldukça gelişti. Ama buna rağmen hükümetlerimizin yaklaşım tarzları hep aynı. Sömürge döneminden kalma vehimler ve küresel komplolarla halklarını boğuyorlar. Bu söylemlerle ırkçı kültürü besliyorlar. Böylece uygar dünyanın ulaştığı düzeyi hafife almaya ve kendi geri kalmış ülkemizi yeryüzündeki en iyi ülke olarak göstermeye çalışarak halkı kandırmaya yelteniyorlar. Bu tavırları, liderlerimizden her birinin içinde Kuzey Kore’deki gibi bir halka sahip olma arzusu yattığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Doğu değerlerini yüceltmeye çalışıyoruz ama hayatımızın her alanında Batı’ya dayanıyoruz. Batı medeniyetini toplumsal yapımızı çözüyor diye itham ediyoruz, ama kendi ülkelerimizde asık suratlı taburlar yetiştirmekten başka bir şey yapmıyoruz. İlkokuldan başlayıp hayat boyu somurtan, kahramanları gündeminden düşürmeyen, güç ve intikama şartlanmış nesiller yetiştiriyoruz. Yeni neslin gönlüne insani diyalog tohumları ekmeyi ise bütünüyle ihmal ediyoruz.
Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkelerimizde çocuklarımıza –birbirlerine saygı duymayı öğrenmeleri için- sınıflarına girdiklerinde arkadaşlarıyla el sıkışmayı ve merhabalaşmayı öğretmiyoruz. Ama onları kurucuların heykelleri önünde güneşin altında uzun süre ayakta tutuyoruz, milli marşlarımızı onlara zoraki dinletiyoruz. Çünkü böyle yaparak onlara vatan sevgisini öğretebileceğimizi zannediyoruz. Oysa böyle yaparak onlara öğrettiğimiz şey yalnız kalma, kendini beğenmişlik ve başkalarından nefret etmektir! İşte bu şekilde büyüyen bir neslin günümüzdeki gibi kolayca bölünüp parçalanması da hiç zor olmamaktadır.
Politikacılar insanlara vatan sevgisini öğrettiğini söylerken yalan söylüyorlar. Zira insan, fıtratı icabı sadece rahat bir hayat sürdüğü bir ülkeyi vatanı olarak benimser ve onu sever. İşte, baskıcı rejimlerin sel gibi gurbetçiler üretmesinin sebebi budur.
Gurbetçilere sorun bakalım, neden kendi ülkelerini geride bırakarak başka yerlere gidiyorlar?
Cevap şudur: Çünkü biz onların hayatlarını zehir ettik!
Çeviri: Fethi Güngör