“Hayata, nefes alıp vermekle kaim bir süreç olarak bakmayan insanların; yaşadıkları âlemi hayatî bir mesele olarak görmeleri kaçınılmazdır. Son nefesten sonra başlayacak bir hayata ve son nefesten önceki nefeslerin sorguya çekileceği bir hesaba iman etmenin, beraberinde ağır bir sorumluluk getireceği de muhakkaktır. İşte bu sorumluluk, iman etmiş kişinin söylemlerinde ve eylemlerinde bir farklılık ortaya koyacaktır.”
Gazeteyi katladı. Köşe yazarının yazısı yarım kaldı. Oldum olası bu tür soyut yazılardan pek hoşlanmazdı. Belki de liseyi birinci sınıftan terk etmesi, üniversitenin hayalini bile kurmamış olması bundandı. Hayatı çok somut algılıyordu. Biri ona “Mutluluk nedir?” diye soracak olsa, “Elimde tuttuğum poşetteki elmaları, akşam evde hanımla ve kızımla kütür kütür yememiz!” deyiverirdi. Halk otobüsü, ineceği durağa yaklaştığında akşam ezanı da okunmaya başlamıştı.
Otobüse bindiğinde koltuk üzerine bırakılmış olan gazeteyi de yanına alarak otobüsten indi. Bu manzarayı çok seviyordu: “Akşam vakti işinden evine dönen yorgun bir emekçi. Mecali kalmamış dizlerin ve kolların taşıdığı bir poşet ve iki ekmek. Evde onu bekleyen iki müteşekkir ve mütebessim melek…” Birisi çıkıp arka fondan İbrahim Tatlıses kaseti çalsa şöyle mavi mavi, tam Yeşilçamlık olacak vaziyet.
Eve giden tenha yolda canı sıkılmasın diye elindeki gazeteye göz gezdirdi. İlk sayfanın altında bir haber: “Avrupa devletleri Suriyeli mültecileri ülkeye sokmamak için yeni yöntemler geliştirmek üzere bir araya geldiler. Birçok devlet, sınırlarını tel örgülerle ve duvarlarla çevirmeye başladı…” Haberi sonuna kadar okumadı. Gazeteyi tekrar katladı.
Sabah işyerinde mesai arkadaşının yemek paydosunda söyledikleri geldi aklına. Arkadaşı şöyle demişti: “Duydun mu, bizim asgari ücretlerden yapılan kesintiler ve verdiğimiz vergilerle bu Suriyeli mültecileri doyuruyormuş devlet?” Elindeki kaşığı yarı yoldan geri çevirip tabağa bırakmış “Allah kabul etsin, vesile olanlardan Allah razı olsun!” diye cevap vermişti. Yemekten sonra paydosa kadar arkadaşının verdiği bu haberi düşünüp düşünüp tebessüm etmişti.
Suriyeli mülteciler memlekete geldiklerinden beri, onları sokaklarda, dükkânlarda, parklarda görüyor; lakin bir türlü yardım edemiyordu. Bu vicdan ezikliği onu sürekli rahatsız ediyor, sofrada emek yerken lokmalar boğazında düğümleniyor, yastığa başını koyduğunda uyku tutmuyor, kızını kucağına alıp severken yüreği burkuluyordu. Birkaç kez maddi yardım yapmıştı ama bu sefer de ay sonu hesaplar tutmamıştı. “Demek benim maaşımdan ve ödediğim vergilerden bu garipler de nasipleniyordu ha! Kimin kimden ne şekilde nasipleneceğini kimse bilemezmiş. Hay Allah razı olsun cümlemizden!” deyip bir kez daha tebessüm etti.
Üç milyon mülteciye yardım etmiş olmanın huzuru ile sofrada daha rahat kaşıkladı çorbasını. Açık olan televizyonda “ülkenin en zengin 100 kişisi ve milyar dolarlık servetleri” haberi geçiyordu…